Paris ve sonrası: Yerküre sonunda kurtuldu mu?

Dr. Nejat TAMZOK
Paris’te düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı geçtiğimiz günlerde tamamlandı.
Konferansın sonunda, katılımcı 195 ülkenin hiçbirinin itiraz etmediği bir anlaşma ortaya çıktı.
Hemen sonrasında ise Paris’te neredeyse bir bayram havası vardı.

Konferansın başkanlığını yürüten ve “Dünya’yı kurtaran adam” edasıyla yaptığı duygusal konuşmalarla fosil yakıt lobilerini çileden çıkaran Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius sonuçtan memnundu. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun ve Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ile birlikte yaptığı kapanış konuşmasında, anlaşmayı, "evrensel bir uzlaşma" olarak tanımladı.

Avrupa Birliği alkışlara topluca katılırken, ABD Başkanı Barack Obama “Bir araya gelince neler yapılabileceğini gösterdik” diyordu. Obama, konferans boyunca Paris’ten ayrılmayan Dışişleri Bakanı John Kerry’nin performansından son derece mutluydu…

Diğer taraftan, konferansın sonunda, Çin, Hindistan ya da Rusya tarafından da memnuniyetsizlik ifade eden bir açıklamaya rastlamadık.

Doğrusunu isterseniz, çevreci sivil toplum kuruluşlarında da alışageldiğimiz o isyankâr hava, en azından ilk anda, pek görülmedi. Aksine, o tarafta da genel bir iyimserlik hâkimdi.

Demek ki Paris Anlaşması tüm tarafları memnun edebildi…

Pek akla uygun gelmiyor. Bir yerlerde yanlışlık olmalı…

Anlaşmayı açıp bakmakta yarar var.

***

21 Nisan 2017 tarihine kadar taraf ülkelerin imzasına açık olacak anlaşmanın öne çıkan bölümlerini dört maddede toplamak mümkün.

1) Bunlardan ilki anlaşmanın temel amacıyla ilgili. Yani küresel ısınmanın önlenmesi...
Paris Anlaşması, sanayileşme öncesi dönemden itibaren kaydedilen küresel ortalama sıcaklık artışını 2°C`nin altında tutmayı ana hedef olarak belirledi. Bununla beraber, sıcaklık artışının 1,5°C ile sınırlandırılması için ayrıca çaba gösterilecek (Madde 2/a).

2) Peki, bu hedefe nasıl varılacak?
Öncelikle, anlaşmanın tarafı olan ülkeler, küresel sera gazı emisyon hacminin, gelebileceği maksimum noktaya mümkün olduğunca kısa bir sürede ulaşmasını ve söz konusu noktadan sonra ise emisyonların hızla azaltılmasını hedefleyecekler. Böylelikle, insan kaynaklı sera gazı emisyonları ile sera gazı tutulumunun bir dengeye ulaşması, bu yüzyılın ikinci yarısında sağlanmış olacak (Madde 4/1).
Anlaşma, söz konusu hedefe ulaşmak için, tekil ülkelerin sera gazı emisyon azaltım hedeflerinin araç olarak kullanılmasını öngörmekte (Madde 4/2-3).
Anlaşma öncesinde, her ülke, küresel ısınmaya yol açan sera gazı emisyonlarına ilişkin hedeflerini, “Ulusal Düzeyde Belirlenmiş Katkı Niyeti” (Intended Nationally Determined Contribution, INDC) başlığı altında Birleşmiş Milletler ile paylaşmıştı. Dolayısıyla, öncelikle her ülkenin kendisi için belirlediği emisyon azaltım hedeflerine ulaşması beklenecek.
Bununla beraber, Paris Anlaşması bunu yeterli görmedi ve taraflara her beş yılda bir azaltım hedeflerini güncelleme yükümlülüğünü de getirdi (Madde 4/9).

3) Ama bu işler para olmadan olmaz. Dolayısıyla, üçüncü sırada sürecin finansmanı var.
Anlaşmaya göre; bir taraftan küresel ısınmanın neden olacağı zarar ya da kayıplar, diğer taraftan gelişmekte olan ülkelerin azaltım ve uyum çabaları için gerekli olan finansman asıl olarak gelişmiş ülkeler tarafından sağlanacak. Diğer ülkelerin ise bu konuda bir yükümlülükleri yok. Eğer isterlerse, gönüllü katkıları olabilecek (Madde 8 ve 9).

4) Buraya kadar tamam. Ama işlerin düzgün yürüyüp yürümediği, tarafların vazifelerini yapıp yapmadığı nereden belli olacak?
Anlaşmada, bu alana ilişkin bir düzenleme de mevcut: “Karşılıklı güveni tesis etmek ve etkin bir yürütmeyi teşvik etmek için tarafların farklı kapasitelerini dikkate alan bir esnekliğe sahip ve ortak deneyimler temelinde inşa edilecek gelişmiş bir şeffaflık çerçevesi”nin oluşturulması (Madde 13/1)…

Ve nokta.

Yerküre neredeyse kurtuldu sayılır…

***

Gerçekten böyle mi?

Gerçekten, Paris’te bir tarih yazıldı ve yerkürenin geleceği adına bir zafer mi kazanıldı?

Aceleye getirmeden, anlaşmayı bir kritik etmekte yarar var…

***

Paris Anlaşması’nın yukarıda verdiğimiz özeti, aslında, büyük ölçüde ABD ile Avrupa Birliği’nin anlaşma için en başından öngördükleri çerçeve.

Dolayısıyla, Paris Konferansı’nın sonuçlarını bu ülkeler için bir zafer olarak değerlendirmek mümkün.

Dünya’nın Çin’den sonraki ikinci en büyük kirletici ülkesi olan ve Kyoto Protokolü’nü imzalamakta sürekli ayak direyen ABD ile üçüncü büyük kirletici Avrupa Birliği, en başından beri Paris sürecinin gerçek tasarımcıları oldular. Anlaşmanın en önemli kısımları, büyük ölçüde bu ikilinin tezleri doğrultusunda şekillendi.

Dolayısıyla, anlaşma sonrasındaki alkışlara baktığımızda, söz konusu ikilinin artık çevreci olduklarından şüphelenebiliriz…
Ancak, ABD ve Avrupa Birliği’nin Birleşmiş Milletler’e sundukları emisyon azaltım hedeflerine biraz daha yakından bakınca, Paris gösterisinin farklı boyutlarının da olabileceğini görmek mümkün...

Örneğin Avrupa Birliği, sera gazı emisyonlarını 2030 yılına kadar 1990 yılındaki seviyesinin yüzde 40 altına düşürmeyi hedefledi. ABD’nin açıkladığı hedef ise emisyonları 2025 yılına kadar 2005 yılındaki seviyesinin yüzde 28 altına düşürmek.

İkilinin azaltım hedefleri, ilk bakışta, oldukça tatmin edici görünebilir…
Bununla beraber, bu ülkeler, son yıllarda büyük paralar harcayarak emisyonlarını zaten önemli ölçülerde düşürebilmişlerdi.

Örneğin AB-28’in toplam sera gazı emisyonu 1990-2010 yılları arasındaki 20 yılda yüzde 14 azaldı. Avrupa Birliği, 2020 hedefine zaten şimdiden ulaşmış durumda. Küresel sera gazı emisyonlarının yaklaşık yüzde 14’ünden sorumlu olan ABD’nin emisyon hacmi ise 2005 yılından 2010 yılına kadar yüzde 5’e yakın düştü.

Bu nedenle, ABD ve AB’nin, 2030 hedeflerine ulaşmak için çok fazla -ya da en azından diğer ülkeler kadar- çaba harcamalarına gerek olmayacak.

Bununla beraber, finansman ya da teknoloji bakımından kendileri kadar şanslı olmayan rakiplerinin durumu pek de böyle değil.
Dolayısıyla, ABD ve AB için artık biraz da çevreci görünmek önümüzdeki dönemde iyi bir strateji olabilir…

***

Buraya kadar tamam…

Ama cevaplanması gereken küçük (!) bir soru kaldı…

Çin, Hindistan ya da Rusya gibi fosil yakıt bağımlısı rakipler ya da toplumlarının acil refah talebi karşısında bulabildiği en ucuz kaynağı tüketmeye hazır gelişmekte olan ülkeler bu oyunu neden kabullensin?
Doğrusu, Holland ve Kerry’nin hamasi gösterileri ile küçük ada devletlerinin sahici feryatları arasında Paris’te bozguncu damgasını yemek çok da akıllıca bir tercih olmazdı.

Ama zaten buna gerek de yoktu…
Çünkü masada duran doküman, öyle kendilerini çok zora sokacak bir anlaşmaya benzemiyordu...
Peki neden?

***

1) Öncelikle, Paris Anlaşması, ülkeler tarafından belirlenecek hedefler konusunda çok yüksek bir beklenti içerisinde olmadı. Anlaşma, ülke hedeflerinin “mümkün olan en yüksek hevesle” belirlenmesini yeterli gördü (Madde 4/3). Söz konusu “heves”in şiddeti ise her ülkenin kendi insafına bırakıldı.

Durum böyle olunca, kendi vatandaşlarının refahı gelişmişlerin seviyesine gelene kadar yarıştan vazgeçmeyecek ülkeler için çok da gerilmeye gerek kalmadı.

Aslında, hedef belirlemede bu ülkeleri rahatlatacak düzenlemeler, anlaşma içerisinde hiç de az değil. Anlaşmanın genelinde, hedeflere ulaşmanın gelişmekte olan ülkelerde çok daha uzun sürebileceği ve bu sürecin sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğun azaltılması çabalarından ayrı düşünülemeyeceği kabul edilmekte.

2) Anlaşma bu kadar mülayim olunca, emisyon azaltım hedeflerinin en alt perdeden belirlenmesi de kaçınılmazdı.
Ve öyle de oldu…
Birleşmiş Milletler’e verilen ülke hedefleri alt alta konup toplandığında, bırakın 1,5°C`yi, 3°C`nin dahi tutturulabilmesinin mümkün olmadığı anlaşıldı.

3) Üstüne üstlük, azaltım taahhütlerini yerine getirmeyen bir ülkenin nasıl bir yaptırımla karşılaşacağı da belli değil…
Söz konusu hedeflere ulaşmak için tarafları zorlayıcı ve belirgin bir mekanizma ortada yok.
Karbon vergisi, emisyon ticareti ya da benzeri düzenlemeler söz konusu anlaşmanın tamamen dışında.
Dolayısıyla, Paris Anlaşması, genel olarak, yaptırım gücü son derece zayıf bir dokümana dayanmakta.

Anlaşma metninde, “çabaların sürdürülmesi”, “yapılmasında yarar var” ya da “mümkün olduğunca kısa bir süre” türünden niyet ifadelerinden bolca bulunmakta.

Dahası, asıl ana hedef olan, insan kaynaklı sera gazı emisyonları ile sera gazı tutulumunun bir dengeye ulaşması durumu bile “bu yüzyılın ikinci yarısında sağlanmış olacak” gibi son derece geniş bir zaman dilimiyle düzenlenmiş.

4) Anlaşmanın en sorunlu alanlarından biri de denetim. Ülkeler tarafından verilen sözlerin yerine getirilip getirilmediğini denetleyecek ya da belirlenen hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığını ölçecek yapı son derece belirsiz.

Bir “şeffaflık çerçevesi”nin oluşturulmasından bahsedilmekle beraber, bu çerçevenin kuruluş tarihi, kurumsal yapısı ya da çalışma yöntemleri gibi tüm detaylar belirsiz bir geleceğe havale edilmiş durumda.
Uluslararası bir denetim yapısının yokluğunda ise, anlaşmada bahsedilen çerçeve, büyük ölçüde “beyana dayalı” bir sistem olarak ortaya çıkmakta.

Bununla beraber, pek çok ülke tarafından Birleşmiş Milletler’e verilen azaltım hedeflerinin gerçek verilere dayalı olarak hazırlanıp hazırlanmadığı konusunun dahi tartışmalı olduğu dikkate alındığında, “beyana dayalı” bir sistemin etkili çalışma olasılığının son derece düşük olması doğal.

Geçtiğimiz aylarda, Çin’in, Birleşmiş Milletler’e rapor ettiğinden yüzde 17 daha fazla kömür yaktığının ortaya çıkması bu yargıyı güçlendirmekte.

Türkiye’nin azaltım hedefi ise bu konuda bir diğer örnek.
Türkiye, Birleşmiş Milletler’e sunduğu belgede, normal gelişim eğrisine göre 2030 yılında ulaşacağı düzeyden yüzde 21 oranında daha düşük bir sera gazı emisyonunu taahhüt etti. Buna göre; Türkiye’nin sera gazı emisyonu 2030 yılında 1.175 milyon ton karbondioksit eşdeğeri yerine, alınacak önlemlerle yüzde 21 oranında azaltılarak 929 milyon tona indirilecek.
Söz konusu hedefler, Türkiye’nin yıllık enerji talep artışının yüzde 6 - 7 aralığında ve sera gazı emisyon artışının ise yıllık ortalama yüzde 5,7 olacağı varsayımlarına dayalı olarak belirlenmiş.

Ancak, Türkiye’nin birincil enerji talep artışının son 10 yılda yıllık ortalama yüzde 3,7 ve sera gazı emisyon artışının ise yine son 10 yılda ortalama yüzde 3,8 düzeyinde gerçekleştiğini biliyoruz. Reel istatistikleri iki katına yakın arttırarak yapılan analizlerle ortaya konulan bu hedeflerle, Türkiye’nin, 2030 yılına kadar parmağını oynatmasına gerek kalmayacak.
Bununla beraber, Türkiye tarafından izlenen bu yolun diğer pek çok ülke tarafından da izlenmesi son derece muhtemeldir.

***

Son olarak, Paris Anlaşması’nın önündeki iki büyük engelden de bahsetmeden geçmeyelim…
Bunlardan ilki yaklaşan Amerikan seçimleridir.

Bir yıldan az süre kalan söz konusu seçimlerin Cumhuriyetçilerin bir zaferiyle sonuçlanması halinde, zaten Obama’nın çevre politikalarına diş bileyen Cumhuriyetçilerin Paris Anlaşması’nı ellerinin tersiyle itmeleri hiç de şaşırtıcı olmaz.

Bundan da önemlisi ise fosil yakıt fiyatlarındaki gerilemedir. Fiyatların mevcut düzeyini sürdürmesi durumunda, özellikle gelişmekte olan ülkelerin fosil yakıtlardan vazgeçebilmesi mümkün değildir.

Sonuç olarak, tüm bu koşullarda Paris Anlaşması’nın “Dünya’yı kurtarmasını” beklemek aşırı iyimserlik olacaktır.
 
Dr. Nejat Tamzok
Ankara/Aralık 2015
nejattamzok at yahoo.com