1. YAZARLAR

  2. Mehmet ASLAN

  3. Corona, Oblomov, Berger, Kurosawa, Gülten Akın ve enerji
Mehmet ASLAN

Mehmet ASLAN

Köşe Yazarı
Yazarın Tüm Yazıları >

Corona, Oblomov, Berger, Kurosawa, Gülten Akın ve enerji

Değerli okuyucu, alışılmışın dışında günler, geceler geçiriyoruz.

Ama anlaşılan o ki burada zaman dilimini uzatıp günler, geceler yerine haftalar ve hatta aylar da diyeceğimiz günler uzak değil.

O yüzden, enerji konusunda köşe yazıları yazmak üzere yola çıkmış olsak da şu virüs konusundan uzak kalamayacağız. O yüzden bir dizi yazı bu konuya ayrılmak durumunda. Serinin adını "Corona Dersleri" diye koyalım ve başlayalım. 

Corona Dersleri - 1: HADİ GEL KÖYÜMÜZE GERİ DÖNELİM!

Doğduğum köy yaklaşık 120 hanelik bir yerleşim yeriydi. Ortaokula kadar çocukluğum orada geçti. O köyde oturan 120 ailenin tümünü de tanırdık. Hem öyle böyle değil, evlerinin içinde ne olup bittiğine kadar, nasıl insanlar olduklarına kadar… Çünkü o evlerin içine yılda en az iki kere girerdik. Ramazan Bayramında ve Kurban Bayramında köyün bir ucundan diğer ucuna kadar, hiçbirini ihmal etmeden bütün evleri ziyaret eder, büyüklerin ellerini öperdik. Onlar da bize ya şeker verir, ya da ceplerimize küçük de olsa biraz para atarlardı. Bizimle sohbet ederler, türlü çeşitli şakalar yaparlardı. İnsanların o zamanlar çok vakti vardı…

Geçende bütün bunları aklımdan geçirirken, şimdiki modern hayatımız o zamana nazaran ne kadar da yoksullaşmış diye düşündüm. Evlerine girip çıktığımız insanların sayısı üçü beşi geçmiyor. Aynı apartmanda oturduğumuz insanlarla bazen birbirimize selam bile vermeden yaşayıp gidiyoruz. Hep o çırpıntılı telâş, hep o koşuşturma içinde vaktimiz yok ki ayaküstü bile olsa iki üç kelime sohbet edelim. Ne demişti büyük şairimiz Gülten Akın:

Ah kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya

Gülten Akın, 1933'te Yozgat'ta doğmuş. 1955 yılında A.Ü. Hukuk Fakültesi'ni bitirmiş. 1956'da evlenmiş. Beş çocuk büyütmüş. Aynı zamanda avukatlık ve öğretmenlik de yapmış.

Yakın dostum şair Mahmut Temizyürek, bir gün ona sormuş:

Ama Gülten Hanım, o kadar çalışma, ev işleri, çocuk bakımı arasında ne zaman yazdınız o kitapları, şiirleri?

Çocuklar uyuduktan sonra… demiş Gülten Akın, usulca, hiç yerinmeden.

O zamanlar insanların daha fazla vakti vardı, olmasa da yaratırlardı. Ama kimsenin acelesi yoktu. Her işi bitirmek, her etkinliğe yetişmek gibi de bir derdi yoktu. Bir gün köyde aile içinde arkadaşlarımızla konuşurken Aydın, Denizli, Muğla gibi şehirlerden bahsediyorduk. Kenarda oturmuş bizi dinleyen 90’lık bir ninemiz hayretler içinde, kendi kendine konuşur gibi:

Aboooov! dedi. Dünyada bilmediğimiz ne köyler varmış!..

90 yıllık ömründe Dumanlı Dağı’nın ardını bile görmemişti.

Sonra her yeri görmek, her şeye yetişmek için hayatımız hızlandı, hızlandı, hızlandı… ve Corona’ya çarpıp durdu!

KÖYLÜLERİN YAVAŞLIĞINA ŞAŞAN ODTÜ'LÜ

1971 yılının 5 Mart’ında jandarmalar ODTÜ’yü bastı. Birkaç küçük çatışmadan sonra yurtları boşalttılar. Sonra da okulu kapattılar. Okul tâ yaz sonuna kadar kapalı kaldı. Ben de dönüp köye geldim. Yaklaşık beş ay köyde yaşadım. O beş ayda köylülerin yaşantısı ve zihniyeti üzerine çeşitli gözlemler edinme fırsatım oldu.

Bir sabah Babam:

Oğlum, evde odun azalmış, eşeği al da biraz dağdan odun kesip getir! dedi.

Peki Baba, eşek nerde?

Dün Laleli’nin oraya duşaklamıştım, oralarda olması lâzım. (Hem rahat otlasınlar hem de fazla uzağa kaybolmasınlar diye eşeklerin ön ayaklarını urganla birbirine bağlardık. Buna duşak dedir.)

Laleli tepesine gittim, etrafı epeyce aramama rağmen eşeği bulamadım. Araya araya, köyün aşağısındaki bahçelerin arasında epeyce dolaştım, yine bulamayınca daha da aşağılara ovaya indim. En sonunda bir ekin tarlasının içinde otlarken buldum bizim eşeği. Meğerse, duşak çözülmüş, eşek de bu sayede ovaya kadar gelebilmiş. Neyse eşeği aldım, eve getirdim, semerini sırtına vurdum, odun kesmek için yola çıktım… Ama ben eşeği buluncaya kadar vakit neredeyse öğleyi geçmişti. Kahroldum:

Bu ne verimsizlik yahu, diye bağırdım kendi kendime. Bir yük odun keseceğim diye ben eşeği buluncaya kadar Amerikalı’nın uydusu dünyanın etrafında beş tur attı!

ODTÜ’de mühendislik okuyorum ya, bu yavaşlık benim için katlanılmaz bir vakit kaybı, bir işkenceydi. Ama köylülerin günlük hayatında olağan, doğal bir şeydi bu. Hiç biri de böyle şeylerden rahatsız olmuyordu.

Başka bir gün, İnkaya’daki zeytinliğin etrafındaki taş duvarların zamanla yıkılmış kısımlarını onarmak için çalışmaya başladım. Oradaki işim yaklaşık 15 gün sürdü. Hemen dibimizdeki bir tarlada ise komşumuz Çınar İsmail bir çift öküzle tarlayı sürüyordu. Ama o mübarek hayvanlar o kadar yavaş yürüyorlardı ki, benim orada bulunduğum 15 gün boyunca sabahtan akşama kadar “Hoooo! Hoooo!” diye bağırıp, öküzleri dürtüklemekten, adamcağızın sesi kısıldı gitti.

Ben işimi bitirip ayrıldığımda tarlanın sürülmesi hâlâ bitmemişti. Oysa bir traktör gelse, o tarlayı taş çatlasa yarım günde sürüp bitirebilirdi. İşte ben buna katlanamıyordum. Oysa Çınar İsmail’in umurunda bile değildi.

JOHN BERGER'İN EURO KÖY'Ü VE OBLOMOV MU ŞTOLTZ MU? 

John Berger’in “Bir Zamanlar Europa’da” isimli kitabını okudunuz mu? Berger o kitabında bir zamanlar Avrupa’da da köy olduğunu ama şimdi ne köy, ne de köylü kaldığını anlatıp, acı acı yakınır. Biz mühendisler başta gelmek üzere, bütün “development”çiler ise köylüleri aşağılarız, onların uyuşuk, miskin halleri ile dalga geçeriz.

Elbette ki, tuttuğunu koparan sanayici Ştoltz, 600 sayfalık kitabın yarısına kadar henüz yattığı yataktan bile doğrulup kalkamayan Oblomov’a göre tercih edilmesi gereken bir insan tipidir! Bu bakışımız, şairlere bile bulaşmıştır. İsmet Özel, “rençberlerin o rahat / ve oturmuş lehçesinden tiksinirim” der. Çünkü “uzun yola çıkmaya hüküm” giymiştir. “yakın yerde soluklanacak gölge” yoktur ona. “West Indies, Kızıl Elma, İtaki, Maçin!” hep onu bekler…

Bunca yıllık hayatımdan sonra, hele bu Coronavirüs denilen belâya çattıktan sonra, ben artık o kadar emin değilim. Şimdi kendimize kaçacak köy arıyoruz ama yok!

Temel’in idam sehpasına doğru yürürken söylediği son sözü geliyor aklıma: “Bu bana iyi bir ders olsun!”

YATAĞAN'DAKİ ÇEVRECİ-TERMİKÇİ TARTIŞMALARI

Yatağan Termik Santralı’nda çalışırken sık sık çevrecilerle tartışırdık. Ben samimi olmalarını, dediklerinin nereye vardığını fark etmelerini isterdim. Onlar “Ne termik, ne nükleer / Güneş, rüzgâr bize yeter!” diye şiir okudukça ben “Yetmez!” diye bağırırdım. “Eğer yazın serinlemek için klima da isterseniz, TV karşısına geçip buz gibi biranızı da yudumlamak isterseniz, evinizin gece gündüz pırıl pırıl aydınlık olmasını isterseniz, yiyeceklerinizi elektrikli fırında kolaycacık pişirmek, giysilerinizi çamaşır makinasında yıkamak, elektrikli ütü ile ütülemek isterseniz, YETMEZ!”

Küçük kızım ve damadım, ikisi de mimar. Ama mimarlığın çok özel bir bölümünü seçtiler. Doğayı bozmadan, taş, toprak, saman, ahşap gibi doğal malzemelerle enerji harcaması düşük ev yapımı konusunda uzmanlaştılar. Böyle birçok güzel ev yaptılar, yapıyorlar. Bugünlerde aramızdan ayrılan büyük mimar/şair üstadımız Cengiz Bektaş’ın dediği gibi “mal” değil “yuva” yapmaya çalışıyorlar. Birkaç yıl önce onlardan duydum: Edremit yakınlarında bir çiftlik varmış. Çiftlik elektrik dağıtım şebekesine bağlı bile değilmiş. Sadece güneş ve rüzgâr enerjisi ile idare ediyorlarmış. Ama üretilen elektriği sadece geceleri minimum aydınlatma, bilgisayarların ve cep telefonlarının şarjı için kullanmak kaydıyla.

Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın “Dreams” (Rüyalar) filminin en sonundaki episodu anlatırdım çevrecilere. Orada, bir küçük dere kenarında, cennet gibi bir köyde, su değirmeninin bir parçasını doğal malzemelerle tamir etmekte olan yaşlı ihtiyara, turist genç hayretle sorar:

Burada elektrik yok mu, dede?

Yok evlâdım.

Ama o zaman geceler karanlık olmaz mı, dede?

Ee, geceler karanlık olsun diyedir, evlâdım…

O ihtiyarın yaşam sadeliğine razı olmak şartıyla, evet, rüzgâr ve güneş bize yeter de artar bile. O zaman ne sera etkisi kalır, ne iklim değişikliği. İşte corona bize bunu hatırlattı.

Ama önce, bizi tüketim manyağı haline getiren şu “development”çi kapitalizmden kurtulmamız lâzım. Dikkat ettiniz mi, televizyonlarda bile reklamların tarzı değişti: artık bize zorla ev-araba satmaya çalışmıyorlar, dünyanın öbür ucuna seyahatler pazarlamıyorlar, dolaplar dolusu elbiselerimiz varken daha cicili bicili şeyleri bize kakalamaya çalışmıyorlar, sadece en asgari, zorunlu ihtiyaçlarımız ön plana geçmeye başladı..

Ne demişler: Her işte bir hayır vardır!

Tabii bu vartayı da hayatta kalarak atlatabilirsek!

Önceki ve Sonraki Yazılar