1. YAZARLAR

  2. Hüseyin ORTAK

  3. Türkiye Doğu Akdeniz’i uluslararası yargıya taşımalı
Hüseyin ORTAK

Hüseyin ORTAK

Köşe Yazarı
Yazarın Tüm Yazıları >

Türkiye Doğu Akdeniz’i uluslararası yargıya taşımalı

Sonbaharın ilk günlerini yaşadığımız bugünler de dahil, geçtiğimiz bahar aylarından bu yana gündemden neredeyse hiç düşmeyen konu, Akdeniz ve Ege’de deniz yetki alanlarının nasıl belirleneceğiydi. 

Geçmişi çok eskilere dayanan ve Yunanistan ile Türkiye arasındaki en köklü sorunlardan birisi kıta sahanlığı sorunu da bu konunun bir parçası. Bu noktadan baktığımızda Türkiye ve Yunanistan açısından geçmişi çok eski olan deniz sınırları meselesi Doğu Akdeniz’de doğalgaz yataklarının keşfinden sonra çok daha görünür hale geldi.

Bir devletin egemenlik alanını belirleyen coğrafi sınırlar kara, hava ve deniz sınırları olarak tanımlanıyor. Deniz egemenlik sınırları ise iç sular, karasuları ve boğazlardan oluşuyor. Devletin iç sular dışında kalan sularına karasuları deniliyor. 

Karasularının ötesinde kalan kısım ise açık deniz olarak tanımlanıyor. Ve bu açık denizin kıyıya yakın kesimlerinde, kıyı devletin özel yararlanma hakları olduğu kabul ediliyor. Bunlar, bitişik bölge ve kıta sahanlığı olarak adlandırılıyor. 

Deniz hukuku, yazılı kurallardan çok, teamüller üzerinden gelişen bir yapıya sahip. Çok eski tarihlerden itibaren yazılı olmayan kuralların geçerli olduğu ve dağınık bir yapıya sahip olan deniz hukuku, 1856 Paris Kongresi’nden başlayarak yazılı belgelere de aktarılmaya başlandı. 

Bu alanda imzalanan pek çok uluslararası anlaşmanın sonuncusu 1982 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’dir ve bu belge, Münhasır Ekonomik Bölge kavramını ortaya atmıştır. Buradaki tanıma göre kıyı devletlerine 200 deniz miline kadar, deniz tabanının canlı ve cansız kaynaklarını kullanma ve işletilme hakkı tanımıştır. Söz konusu sınır, kıta tabanının  200 deniz milini geçtiği hallerde 350 mile kadar çıkabiliyor. Türkiye, işte bu sözleşmeye taraf olmamayı seçmiştir.

Hukuki çerçevesini başlıklar halinde özetlemeye çalıştığım bu konu, Yunanistan ile Türkiye arasındaki, özellikle karasularının 6 mil ile sınırlandırılması meselesinde belli başlı anlaşmazlık konularından biridir. Bu anlaşmazlığa rağmen 2010 yılına kadar Türkiye ve Yunanistan arasında kayda deger büyüklükte bir sorun yaşanmadı. 2010 yılında ABD şirketi Noble Energy, İsrail’in kıta sahanlığında Leviathan adı verilen bölgede 324 milyar metreküp doğalgaz rezervi keşfetmişti. 2015 yılında da İtalyan ENI şirketi Mısır’a ait bölgede doğalgaz ve petrol bulmuştu. Bu keşifleri Kıbrıs kıyılarında Exxon Mobil ve Katar Petrolium ortaklıgındaki Glaucus, Aphrodite iş ortaklığı ve Cylipso rezervlerinin keşfi izledi. 

2010 yılında başlayan Doğu Akdeniz gaz rezervlerinin keşfi ve deniz yetki alanları anlaşmazlıkları, 2015 yılında Kıbrıs’a ait bölgedeki gaz keşfinden sonra Türk kamuoyunda duyulur hale geldi. 2018 yılından itibaren Fatih Sondaj Gemisi, muhrip gemiler eşliğinde Akdeniz’e açıldı.

Bu olaylarla birlikte şimdiye kadar Türkiye ve Yunanistan arasındaki deniz sınırları anlaşmazlıkları neticesinde Ocak 2019’da Mısır, Yunanistan, İtalya, İsrail, Filistin ve Ürdün tarafından Doğu Akdeniz Gaz Forumu kuruldu. Kuruluş şekli ve fiili durum itibariyle bir gaz karteli özellikleri göstermese de Türkiye’yi dışarıda bırakan bu forum, Türkiye ve Yunanistan arasında uzun yıllardır varolan uzlaşmazlığın uluslararası boyuta taşındığını göstermesi açısından ilginç bir birleşmeydi. 

Akdeniz’deki en uzun kıyıya sahip ülke olarak ve Kıbrıs’ın deniz faydalanma haklarına sahip çıkarak haklı bir davanın yürütüldüğünü, Türkiye’nin bu anlamda hakkının peşinde olmasının gelecek kuşaklara karşı bir ödev olduğunu da düşünenlerdenim. Diplomasinin sonuç vermediği açık olan bu sorunda, Akdeniz’in dışında da bir dünya olduğunu ve bu dünyaya haklılığımızı anlatmanın yolunun, sorunu uluslararası mahkemeye taşımak olacağını düşünüyorum. 

Süreç, uluslararası mahkemelere taşınmadan, Türkiyenin haklılığı rakip ülkelerin kamuoylarına anlatılmadan, askeri dilin de yoğun kullanıldığı bir sinir savaşı sonuçsuzluğunda ilerlerken Avrupa Birliği ve Türkiye arasındaki ilişkiler de çok hasar alıyor. Son günlerde Fransa ile yaşanan gerginlikler Türkiye AB arasındaki mesafeyi çok açıyor. Yunanistan ve Türkiye arasındaki Deniz Yetki alanları sorununda AB’nin açıkça Yunanistan’ın yanında yer alışı ve Atina yönetiminin Ankara ile arasındaki sorunu AB’nin bir sınır sorunu olarak ortaya koyması, Avrupa Birliği ile Türkiye arasında, olumsuz sonuçlara yol açacak ‘soğukluklar’a yol açıyor. 

Batıda az sayıda dost ülkenin kalması ve Türkiye’nin muhtemel yönelişleri, ABD mahreçli Foreign Policy dergisinde de konu olmuş durumda. Derginin son sayısında Türkiye ile Çin arasında gelişen hukuki ve mali ilişkileri inceleyen bir makale de yayınlandı. 

FP Dergisi’nin haberine göre 2016-2019 yılları arasında Türkiye’de 3 milyar dolar düzeyinde yatırım yapan Çin, 2021 sonuna kadar da 6 milyar dolarlık yatırımlar planlıyor. 2019 Yerel seçimlerinin ardından 2012 yılında imzalanan swap anlaşmasına dayanarak milyar dolar tutarında swap işlemi gerçekleştirilmesi, Türkiye Varlık Fonu’nun Afşin C Projesi için küçük ortak olarak Çin şirketleriyle görüşmeler yapması, Çin ile Türkiye arasındaki hızlı gelişen ilişkinin göstergeleri olarak değerlendirilebilir. 

Pekin ve Ankara arasındaki mali ilişkiler hızla derinleşirken Çin, Türkiye’nin Rusya’dan sonra en çok ithalat yaptığı ikinci ülke konumuna yükseldi. Buradan bakılınca, Rusya ve Çin, Türkiye için iki önemli ülke haline gelmiş durumda. Bu gelişmeleri, Ankara’nın AB’den uzaklaşma belirtileriyle birlikte değerlendirdiğimizde Türkiye’nin Asya’ya yönelişi daha dikkat çekici hale geliyor. 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar