1. YAZARLAR

  2. Dr. Nejat TAMZOK

  3. Türkiye'nin nükleer enerjiye yaklaşımı hakkında notlar
Dr. Nejat TAMZOK

Dr. Nejat TAMZOK

Yazarın Tüm Yazıları >

Türkiye'nin nükleer enerjiye yaklaşımı hakkında notlar

Geçtiğimiz hafta boyunca Kanada’dan nükleer santral haberleri geldi.

Ontario Hükümeti’nin Bruce Power Nükleer Santrali’ne 4.800 megavat kapasitede yeni reaktörler ekleme kararını alması, küresel enerji gündeminin önemli maddelerinden biri olarak dış basında yer buldu.

Verilen haberlerde, proje tamamlandığında bu santralin dünyanın en büyük nükleer santrali unvanını kazanacak olmasına vurgu yapılmıştı. Ama bana sorarsanız, asıl dikkat çekici olan, Kanada’da son otuz yıldır ilk defa bir konvansiyonel reaktör inşaatına başlanacak olmasıdır.

Kuzey Amerika, nükleer santral yatırımlarına yıllardır uzak durmakta. İşletmedeki reaktör sayısı 19 olan Kanada’da 1993 yılından bu yana tek konvansiyonel reaktör yatırımı yapılmadı. Toplam 93 reaktörü olan ABD’de ise son 27 yılda sadece 2 reaktör devreye girdi.

Avrupa’daki tablo da bundan çok farklı değil: Bugün toplam 100 reaktörün çalıştığı Avrupa Birliği ülkelerinde, ilk 23 yılını tamamladığımız yirmi birinci yüzyılda işletmeye alınan reaktör sayısı sadece 4 oldu. Avrupa Birliği’nde nükleerden çıkışın şampiyonluğunu kimseye kaptırmayan Almanya ise 33 reaktörünün tamamını kapatarak 60 yıllık nükleer enerji hikâyesini bitirdi.

Doğrusunu isterseniz, 2011 yılındaki Japonya-Fukuşima kazasından sonra, Batı dünyası bu alana tereddütlü yaklaştı. Nükleer santrallerin taşıdıkları riskler, bu ülkelerdeki karar vericileri bunlardan uzak tuttu. Söz konusu riskler, en son Ukrayna’daki Zaporijya Santrali’yle geçtiğimiz günlerde tekrar gündeme geldi. Rusya ve Ukrayna, bu santrali patlatma planları yaptıklarına dair karşılıklı birbirlerini suçladılar; bu arada, bir nükleer felaket riskini yakından hisseden bölge ülkeleri de hop oturup hop kalktı.

Bununla birlikte, nükleer yatırımları konusunda son dönemde bir hareketlenmenin olduğunu gözlemliyoruz. Yıllardır nükleer enerjiye uzak duran Avrupa’da nükleer taraftarlarının sesleri giderek daha yüksek çıkmaya başladı. Avrupa’nın bu konuda neredeyse ikiye bölündüğünü söyleyebiliriz. Almanya ve İtalya gibi ülkeler nükleer enerjiden tamamen çıkarken, -aralarında Fransa ve Hollanda’nın da bulunduğu- 11 Avrupa Birliği ülkesi geçtiğimiz Şubat ayının sonunda nükleer enerjide yakın işbirliği anlaşması imzaladı. Bu anlaşma, nükleer enerjide yeni üretim kapasiteleri yaratma amacını da içermekte.

Aslında, iklim değişikliği sorununun en fazla yaradığı alanlardan birinin nükleer enerji olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Kanada’da olduğu gibi dünyanın diğer taraflarında da nükleer santrallerin en fazla dillendirilen gerekçesi, net sıfır emisyon hedeflerine ulaşılmak istenmesi. Uluslararası Enerji Ajansı gibi kurumlar da nükleer güç santrallerini -fosil yakıtlardan temiz enerji biçimlerine geçiş sürecini daha hızlı ve güvenli hale getireceği gerekçesiyle- tavsiye etmekte.

Nükleer santral konusu, son yıllarda bizim ülkemizde de gündemin ön sıralarında yer aldı.

Ruslar tarafından Mersin-Akkuyu’da inşaatı sürdürülmekte olan Türkiye’deki ilk nükleer santral, başlangıcından bu yana tartışılmakta. Bu santralin yapımı devam ederken, ikinci bir nükleer santralin daha kurulumu için enerji yönetiminin ciddi bir çaba içinde olduğunu biliyoruz.

Birkaç gün önce basına açıklamalarda bulunan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, nükleerdeki hikâyenin devam ettiğini, ikinci nükleer santralin Sinop’ta kurulacağını, Trakya'da da mutlaka bir nükleer santrale sahip olmamız gerektiğini net cümlelerle ifade etti. Nükleer enerjide 2050 yılı hedefinin ise 20 bin megavatın üzerinde, yani neredeyse 4 tane Akkuyu Nükleer Santrali büyüklüğünde bir kapasite olduğunu, bunların bir kısmının küçük ölçekli modüler reaktörler olabileceğini de açıklamalarına ekledi.

Türkiye’nin nükleer enerji serüveni, sayın bakanın belirttiği gibi gelişir mi bugünden bilemiyoruz. Ancak, muhalefet partilerinin büyük bölümü tarafından da itiraz görmediğine göre, Türkiye bu konuda yol almaya devam edecek gibi görünüyor. Bu arada, dünyadaki genel eğilimler mutlaka takip edilecektir. Ama şu var ki nükleer enerjiyle ilgili olarak ne alana tekrar girmeyi planlayan Kanada ne de yeni çıkış yapan Almanya’nın örnek alınması doğru olmayacaktır.

Kanada, nükleer enerji teknolojileri ve uranyum ihracatında dünyanın önde gelen ülkelerinden biridir. Dolayısıyla, 30 yıl sonra da olsa nükleer enerji yatırımlarına yönelmesi şaşırtıcı olmaz. Diğer taraftan, yenilenebilir teknolojilerin üretiminde dünyadaki ilk 5 ülkeden biri olan Almanya’nın nükleer ya da kömürden vazgeçerek yenilenebilir tarafına ağırlık vermesi de elbette rasyoneldir.

Nükleer teknoloji ya da yakıta henüz sahip olmayan Türkiye’nin nükleer enerjiye bu ölçüde hevesli olması ise elbette tartışılabilir bir stratejidir.

Bununla birlikte, Türkiye’nin enerji alanındaki stratejik kararlarının yukarıda saydığımız ülkelerle benzer olmasını beklemek de doğru olmayacaktır. Doğal olarak Türkiye, Çin ve Hindistan gibi enerjide dışa bağımlılığı yüksek, ancak toplumsal refahını gelişmiş ülkeler seviyesine çıkarma çabası içindeki ülkeler grubunun davranış biçimini göstermekte, nükleer enerji alanında da bu ülkelere benzer planlamalar yapmaktadır.

Nitekim bugün, yeni nükleer santral inşaatlarının neredeyse dörtte üçü söz konusu ülkeler grubu tarafından sürdürülmekte, inşaat halindeki kurulu güç büyüklüğünde açık ara Çin’in liderliğini sırasıyla Hindistan ve Türkiye takip etmektedir. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı tarafından yayımlanan 2021 tarihli bir raporda ise bu gruptaki 30’a yakın ülkenin daha nükleer santralleri enerji portföylerine dâhil etmeyi düşündükleri, bunlardan en az 10’unun 2030-2035 yılına kadar bu santralleri işletmeye almayı planladıkları ortaya konulmuştur.

Enerji yönetiminin süregelen çabaları ve planlamaları dikkate alındığında, Türkiye’nin nükleer enerji liginde hızla üst sıralara doğru yol alması muhtemeldir. Ancak, bu sürecin hiç de kolay olmayacağını, İstanbul’un burnunun dibinde kurulacak bir nükleer santral için toplumun her kesiminin ikna edilemeyebileceğini öngörebiliriz.

Diğer taraftan, nükleerin doğru at olup olmadığının da hâlâ belirsiz olduğunu söylememiz gerekir. Neticede, nükleer enerjiye rakip yeni ya da yenilenebilir teknolojilerin yatırım ve işletme maliyetleri her yıl biraz daha gerilemekte, günümüzde artık yerli ya da küresel sermaye daha çok bunlara doğru akın etmekte. Dolayısıyla, bugün makul görünen ve 70-80 yıl işletmede kalması öngörülen bir nükleer santral yatırımının, yarı yolda aslında çok da parlak bir fikir olmadığının anlaşılması düşük bir olasılık değildir.

Önceki ve Sonraki Yazılar