1. YAZARLAR

  2. Mehmet ASLAN

  3. 1976 yazında 15 gün süren Petkim maceram
Mehmet ASLAN

Mehmet ASLAN

Köşe Yazarı
Yazarın Tüm Yazıları >

1976 yazında 15 gün süren Petkim maceram

1976 yılının Ocak ayında ODTÜ Elektrik Mühendisliği Bölümü’nden mezun olarak diplomamı aldım. Artık iş hayatına atılabilirdim.

ODTÜ’de yeterli derecede İngilizce öğrendiğimiz için yurt dışında çalışma imkânına da sahiptim. Ama bu seçeneği hiçbir zaman düşünmedim. Çünkü ODTÜ’de okurken, Ankara’da Büyük Sinema’da Elia Kazan’ın “The Arrangement” isimli filmini seyrettim ve bu film hayatımın yönünü değiştirdi.

Yıllar önce bir arkadaşıma yazdığım mektupta şöyle anlatmışım bu durumu:

“Aynı trajediyi yaşamaktan ben kıl payı kurtuldum… Hem de kimin sayesinde biliyor musun: Kayseri’li hemşerimiz Elia Kazan’ın sayesinde...

Belki sen de hatırlarsın Elia Kazan’ın yarı-otobiyografik “The Arrangement” filmini. Türkiye’de çok anlamsız bir şekilde “Kader Değişmez” adıyla gösterilmişti, oysa kader bal gibi de değişir.. Benimki bu filmi izledikten sonra değişti.

ODTÜ’yü, ya yeni bitirmiştim, ya da bitirmek üzereydim. Serde İngilizce de var ya, “dışarı”ya gitmem işten bile değildi. Ama ikircikliydim..

İşte tam o sıralarda Ankara’da bir sinemada izledim bu filmi. Baş rollerde Kirk Douglas ve Faye Dunaway vardı. Kirk Douglas, babası Anadolu’dan Amerika’ya göç etmiş, Rum mu, Ermeni mi, bir Anadolu göçmeninin Amerika’da doğmuş ikinci kuşak çocuğuydu. İş hayatına girmiş, çok zengin olmuş. Filmin başındaki sahneler hep bu zenginliği, ihtişamı, köşkleri, arabaları filân gösteriyordu. Ama nasıl oluyorsa, birden “film kopuyordu”.. Kirk Douglas, birden bu ikiyüzlü, sahtelik dolu yaşamdan tiksiniyor ve bütün o zenginliği, ihtişamı, malı-mülkü hepsini karısına ve çocuklarına bırakarak sevgilisi (Faye Dunaway) ile birlikte kırda ıssız bir yere çekiliyordu.. İşte o inzivada, Kirk Douglas bir taraftan da geçmiş hayatının bir tür muhasebesini yapıyordu. Anadolu’lu babası ile ilgili olarak da hatırlayabildiği şeyler şunlardı: Babası, yüzyıl başlarında Kayseri’den çıkmış, Amerika’ya gitmiş, ve hatta bize bakan tarafında da kalmamış ve bize göre dünyanın öbür ucuna, San Fransisko’ya yerleşmiş. Kayseri’den bir kazık çaksan, herhalde San Fransisko’dan filân çıkar!.. İşte o “dünyanın öbür ucuna gitmiş” babasının en çok hoşlandığı şey neymiş, biliyor musun? Pazar günleri evlerinin bahçesine kendi gibi Anadolu’dan göç etmiş Ermeni, Rum, Yahudi veya Türk ayırt etmeksizin bulabildiği arkadaşlarını çağırıyor, beraberce çilingir sofrasını kuruyorlar ve Türkiye’den özel olarak getirttikleri Yeni Rakı’yı da masaya koyuyorlar, müziksiz olur mu hiç, gramofona da tam bir İstanbul işi Kanun taksimi (filmin burasında bütün sinema ayağa kalkmıştı şaşkınlıktan: Amerikan filminde Kanun taksimi!..) ve bir taraftan demlenirken, bir taraftan da “TÜRKÇE” sohbet ediyorlarmış…

Bu sahneyi gördüm ya, hemen kararımı verdim: Bitti bu iş! Yirmi beş yaşımı aşmıştım o zamanlar, yirmi beş yıldır çiğnediğim bu toprakların kültürü iyice içime işlemişti, anlamıştım, tıpkı Kavafis’in şiirindeki gibi bu kültür “peşimi bırakmayacaktı” artık ve şunu düşündüm: Demek ki, dünyanın öbür ucuna gitsem, mülti-milyarder olsam, en sonunda isteyeceğim şey birkaç arkadaş, bir yudum rakı, bir Kanun taksimi ve birkaç kelime Türkçe sohbet..

Daha sonra, “giden ve uzun süre kaldıktan sonra dönenleri” gördüm. İnşallah o kadar geç kalmamışsındır. Çünkü “giden”, ister istemez değişiyor, ama gittiği ülkeye bir türlü tam olarak adapte olamıyordu, en sonunda bıçak kemiğe dayanıp “Yeter artık!” diyerek dönmeye kalkıştığında, “Dönüp memleketimde eski dostlarımı, köyümü, kasabamı bulur, mutlu yaşarım!” dediğinde ise yine yanılıyordu, çünkü o “memleket” de artık onun bıraktığı memleket değildi. O da değişmişti. O cânım eski dostlar da artık eski tadı vermiyordu, çünkü çok şey değişmişti, yollar, semtler, insanlar, espriler ve alışkanlıklar..

Bizim köye dönen, uzaktan akrabamız bir Almancı vardı. Kahvede, ikide bir “Ben bir gün Bahnhoff’ta iken..” diye lâfa başlardı. En sonunda en yakın arkadaşları bile: “Eeee, sıktı artık senin Bahnhoff’un da..” deyip teker teker uzaklaştılar etrafından. Kahvede tek başına, bir mıh gibi yapayalnız kalakaldı adamcağız..

Bizim Almancılardan çok önce bu trajediyi yaşayan İtalya’da Cesare Pavese yazmıştı bu acıyı “Ay ve Şenlik Ateşleri”nde. Belki de kendisiydi o Amerika’dan dönüp gelerek Torino tepelerinde çocukluğunu arayan. Ama en yakın arkadaşını, Nuto’yu bile artık “bulamıyordu.” Köklerinden yolunmuş bir ağaç gibiydi, artık hiçbir toprak kabul etmiyordu onu...

Ben Kayserili hemşerimiz Elia Kazan’a borcluyum “bu cenneti ve bu cehennemi.” Amerika’da hiç tutulmamış oysa o film. Ve solcu aydınların çoğu sevmez Elia Kazan’ı, bilirsin, McCharty’cilik döneminde yamukluk yaptığı için. Ama tam bizim meşrebimize göre, böyle bir film yapan adam affedilir, ben müteşekkirim.. Zaman zaman çok sıkıntı çektim bu ülkede, Elia Kazan'a küfrettiğim de oldu ama hiç rakısız, kanunsuz (müzik aleti olan kanun tabii), arkadaşsız ve Türkçesiz kalmadım, çok şükür.”

***

mehmet-aslan-1976-ulus.jpg

Mehmet ASLAN 1976 baharında, Ankara Ulus’ta Heykel’in önünde.  

MEMURLUK MU, ESNAFLIK MI YOKSA FABRİKA MI?

Evet, memlekette kalmaya karar vermiştim. Ama sıkıcı bir ofiste “memur”luk yapmak veya bakkal dükkanı gibi bir yerde elektrik malzemeleri satmak, yani küçük dükkanında pinekleyen bir esnaf olmak da gelmiyordu içimden. “Büyük olsun!” diyordum, Ahmet Muhip Dıranas gibi, “deniz gibi, gökyüzü gibi her şey” ve boğulacaksam büyük denizlerde boğulmalıydım, çalışacaksam büyük işletmelerde binlerce kişiyle birlikte hercümerç olmalıydım...

O zamanlar “büyük işletme” deyince ilk akla gelenlerin hemen hepsi de “devlet işletmesi”ydi. Bir tanesi de, üstelik en büyüğü, “büyük sanayi” deyince adına lâyık bir şey, hemen dibimizde Aliağa’da kurulmaktaydı: Petkim! Gözümü oraya diktim ve başka hiçbir yere başvurmadan beklemeye başladım.

Köyde kalıyor, babama işlerinde yardımcı oluyordum. Ama zaman geçtikçe beklemek daha da zorlaşıyordu. Öğrenciyken baba parası yemek doğaldı ama okulunu bitirmiş, diplomasını almış bir kişi olarak hâlâ babasının eline bakmak çok ağır geliyordu. Yine de dişimi sıkıyordum. 

Mayıs ayı ortalarında, Petkim’in su ihtiyacını karşılayacak olan Güzelhisar Barajı’nın temeli atıldı. Temel atma törenine Başbakan Süleyman Demirel de katıldı. Tabii köydeki dernek bünyesinden arkadaşlarla birlikte Sayın Başbakan'a özel bir karşılama yapmamak olmazdı. Çeşitli pankartlar hazırladık, Başbakan’ın geçeceği güzergâh üzerine kireçle yazılamalar yaptık. Bunlardan birisi, Güzelhisar Köyü’nün girişinde, Hüsenâ’nın (Hüseyin Ağa’nın yuvarlanıp kısaltılmış hâli) kahvesinin arkasında, yukarıdan yola bakan küçük tuvalet binasının tuğla duvarında hâlâ seçilebilmektedir: “Bu İşsizlik ve Pahalılık Düzenini İstemiyoruz!”

Barajın temel atma töreninin yapıldığı alanda da gösterilerimiz ve sloganlarımız devam etti. Uzaktan köylülerin arasında Babamı da seçebiliyordum. Sıkı “demokrat”tı Babam, yani 46 Demokratları’ndan.. Yol parası (vergi) nedeniyle Jandarma dayağı yiyenlerden... Ama öyle cahil tayfasından filân da değil, önde gidenlerden. 27 Mayıs İhtilali’nden sonra Elbirde’de sığır sürümüzü güderken bir ağacın gölgesinde, yakın arkadaşı “Pahalı” Mustafa ile Anayasa taslağını satır satır okuyup küfürü bastıklarını hatırlıyorum.

27 Mayıs’tan sonra ise Süleyman Demirel’in peşindeydi. 12 Mart döneminde, o meşhur “Balyoz Harekâtı” sırasında, tütün tarlasında çalışırken radyodan dinlediklerimiz üzerine çok şiddetli bir tartışmaya girişmiştik de, Annem zor ayırabilmişti. Daha sonra, biraz daha olgunlaştım, bu tür tartışmaların anlamsızlığını kavradım ve Babamla siyasi tartışmalardan kaçınır oldum.

Ama bu kez, çok öfkelenmişti. Aslında, niye kızdığını da çok iyi anlıyordum. Beni okutup “memur” yapmak, tıpkı Tek Parti Devri’nin memurları gibi milletin tepesinde diktatörlük tasladığımı görmek istiyordu. Böylece bir nevi intikamını almış olacaktı. Bunun için ömrünü harcamıştı. Ama bugün oğlunu, o “baldırıçıplakların” arasında görmek onu çıldırtmıştı.

Eve dönünce hiç teferruata girmedi, elini kapıya doğru uzatıp “Defol!” dedi.

Babamdan böyle bir tepkiyi bekliyordum herhalde. Yukarı çıkıp valizimi hazırladım. Hiçbir şey demeden evden ayrıldım. Cebimde beş para yoktu. O zamanlar köyde bakkallık yapan arkadaşım Ahmet Uzun’a uğradım, biraz borç para aldım, yola düzüldüm. 

mehmet-aslan-aliaga-guzelhisar-tuvalet.jpeg

tuvalet-duvarindaki-slogan.jpeg

Mehmet Aslan'ın Petkim macerasını neredeyse daha başlamadan bitiren, köy tuvaletinin duvarına kendi elleriyle yazdığı o slogan, zar zor da olsa bugün bile hâlâ seçilebiliyor: BU İŞSİZLİK VE PAHALILIK DÜZENİNİ İSTEMİYORUZ! 

Önce Muğla’ya gittim. ODTÜ’de mezuniyete yakın duyuru panosunda bir ilân görmüştüm, Aktur’da yazlık site inşaatında çalışmak üzere elektrik mühendisi aranıyordu. O gün Muğla’da inanılmaz bir sağanak yağışa rastladım, Marmaris Caddesi üzerindeki şirket merkezini zor bulabildim. Ama şans bu ya, daha birkaç gün önce iki kişiyle anlaşmışlardı, eğer onlardan biri gelmeyecek olursa bana haber vereceklerdi. Olmayacak iş! (Yıllar sonra, yeryüzü cenneti Aktur’u görünce, o birkaç günlük gecikme ile neler kaybettiğimi daha iyi anladım!)

Otobüse atlayıp Ankara’ya gittim. Türkiye Elektrik Kurumu'na (TEK) müracaat ettim. (Doğal olarak TEK, her zaman, elektrik mühendisleri için bir kürkçü dükkânı olmuştur!) Röle ve Ölçü Aletleri Müdürü Teoman Çetin ile görüştüm. Beni Trabzon RÖA Başmühendisliği emrine Mühendis olarak işe aldı. Ege Bölgesi veya yakınlarına vermesi için epey yalvardım ama kabul etmedi, “Trabzon senin için daha iyi olur” dedi. “Ege’de bütün kadrolar dolu, işin başında da köşe taşı gibi adamlar var, yükselme şansın hiç olmaz!” diye de ekledi.

Beni önce, eğitim için Sapanca’daki eğitim merkezine göndereceklerdi ama yeni eğitim dönemi yaklaşık iki hafta sonra başlayacaktı. Bu yüzden, biraz bekle, Akköprü’ye filân takıl, dediler. Bu arada Maltepe’deki misafirhanede kalıyordum.

Bir akşam, Ankara’da oturan bir akrabamız aradı, “Baban geldi” dedi. “Petkim’den yazı gelmiş, müracaatın kabul edilmiş.”

İki arada bir derede kaldım. Kendimi TEK’e göre ayarlamıştım, Aliağa’ya pek dönme hevesinde değildim artık. Ama Babamın gelişi, üstelik köyde aramızda geçenlerden sonra gelişi, her şeyi değiştirdi. Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum” filmindeki inatçı babayı alın, işte benim babamın “tıpkısının aynısı”. Böylesine inatçı ve gururlu bir adamın, yüzünü dürüp Ankara’ya kadar gelmesi, beni etkiledi. Kabul etmemem, artık Babamla bütün ilişkilerimi bitirmem demekti.

Çaresiz, TEK’ten istifa edip Aliağa’ya döndüm. Temmuz ayının başında Petkim’de işe başladım. Ama 15 gün sonra elime şöyle bir yazı tutuşturdular:

BAY MEHMET ARSLAN
GENEL ELEKTRİK ŞEFLİĞİNDE MÜHENDİS

Şirketimiz Kapsam Dışı Personel Yönetmeliği’ne tabi olmak ve bir ay denenmek kaydıyla tayin edildiğiniz görevinizde hizmetinizden istifade edilemeyeceği kanaatine varıldığından iş akdinizin, 1475 sayılı İş Kanunu’nun 12’nci ve tabi olduğunuz Kapsam Dışı Personel Yönetmeliği’nin 11’inci maddeleri uyarınca deneme süreniz içinde feshi, Genel Müdürlüğün 14 Temmuz 1976 gün ve 1841-14713 sayılı talimatları ile uygun görülmüştür.

Tebellüğ tarihi itibariyle işyerimizle ilişiğinizin kesileceğinden bilginizi rica ederim.

İmza 
Kemal Mijgar
 

mehmet-aslan-temmuz-1976-petkim-kovulma.jpg

Temmuz 1976'da Mehmet Aslan'ın Petkim'den kapı dışarı edilişinin resmidir. 

Bismillâh! Başlamıştık…

Biz ODTÜ’de okurken, sadece teknik bilgileri almakla kalmadık, öğrenci derneklerindeki tartışmalar sayesinde Türkiye’nin sosyal gerçeklikleri üzerine de, en azından Siyasal’cılarla boy ölçüşebilecek kadar bilgi edinmiştik, yani hazırlıklıydık. Buna rağmen, daha ilk adımda başıma gelen şeye şaşırmadan edemedim. En ağırıma giden şey ise yazının içindeki “hizmetinizden istifade edilemeyeceği kanaatine varıldığından” ifadesi oldu. Daha yeni işe başlamıştım ve önemsiz bir şantiyede, İdare Binaları inşaatında çalışıyoyordum. Yukarıdan, beni kontrol edecek veya değerlendirecek hiç kimse semtimize bile uğramamıştı henüz. O zaman geriye kala kala tahsilim kalıyordu. Ama Türkiye’nin en iyi birkaç üniversitesinden birinden, ODTÜ’den mezun olmuştum. Demek ki o da değil... Öyleyse neden?

***

EMİR YÜKSEK YERDEN

Yıllar sonra, Kimya Mühendisleri Odası’nın yayın organı Kimya Mühendisliği Dergisi’nin 77. Sayısındaki bir yazıdan, benim işten atıldığım gün Petkim’de çok ilginç başka bir toplantının yapıldığını öğrendim:

“15 Temmuz 1976 Perşembe günü saat 12.00 de PETKİM Petrokimya A.Ş. Genel Müdürlüğü Aliağa Kompleks Grup Başkanlığı’nda işveren vekili Başmühendis Arkun Tuncer, işyerinde çalışan dokuz mühendisi toplantıya çağırmış, üyesi bulundukları DİSK’e bağlı Türkiye Petrol ve Kimya Sanayii İşçileri Sendikasından istifa edip TÜRK-İŞ’e bağlı Petrol - İş Sendikasına geçmelerini, aksi halde İş Kanununun 13. Maddesi uyarınca gerekçe gösterilmeden işten atılacaklarını söylemiş ve bu hususların kendisine Aliağa Grup Başkanı Kemal Mijgar tarafından, Grup Başkanı Kemal Mijgar’a ise Genel Müdür Firuzan Ardıç tarafından iletildiğini belirtmiştir.”

Gerçi yeni işe başladığım için henüz sendikadan filan haberim olmamıştı. Ama buna rağmen başka bir takım kanallardan gelen bilgilerle Yönetimin beni de bu torbanın içine attığı anlaşılıyor.

Bu yazıda adı geçen üç kişiden, Firuzan Ardıç hakkında internet’te arama yaptığınızda, Necati Doğru’nun 28 Temmuz 1998 tarihli Sabah Gazetesi’nde yayınlanan aşağıdaki yazısına rastlıyorsunuz:

“Duymuşsunuzdur. Petlas bir lastik fabrikası... 1974 yılında yani tam 24 yıl önce, o sırada Petkim genel müdürlüğünü yapmakta olan Firuzan Ardıç, Süleyman Demirel'in partisi AP'den senatör olmak istiyordu. Kendisi Kırşehir doğumluydu. Ancak Kırşehirlilerin oyunu almak için Kırşehirli olmak yetmiyordu. Lastik fabrikası sözü verdiler...

Kırşehir'e lastik fabrikası...

Çok kötü bir tercihti...

Çünkü Kırşehir lastiğin hammaddesini üreten İzmit'teki Petkim'e çok uzaktı. Her çeşit lastiğin en fazla tüketildiği bölgelere de uzaktı. Özel sektörün işlettiği diğer 3 lastik fabrikası İzmit'te kurulmuştu. Dolayısıyla Petlas, daha kurulurken işin başında rakiplerine göre maliyetleri yüzde 15 daha yüksek bir noktada oluşuyordu. Lastik sektöründe ortalama kâr yüzde 8 idi ve Petlas daha kurulurken yüzde 7 zararına çalışmaya mahkûm edilmişti.

***

Törenle temel atıldı...

Renkli demeçler, tantana...

Hazine parası akmaya başladı... Binalar yükseldi. Fakat yükselen binalar üretim bantları değil, önce lojmanlar, sosyal tesisler, konuk ağırlama mekanları, devlet büyüğü misafirhaneleriydi. Petlas'ın temeli 1975'te atıldı, üretime ancak 1988'de geçildi.

13 yıl boyunca...

Makineler gümrükte bekledi...

12 genel müdür değişti...

Petlas boyuna Hazine parası yuttu. 5 Nisan 1994'te "ekonomik kriz" patlayıp Türkiye dibe vurunca; Ankara'da devleti yönetenler Petlas'ı "kurtarılması ve özelleştirilmesi imkansız KİT'ler listesine" koydu ve kapatılmasına karar verdiler. Özelleştirme İdaresi, Petlas'ı kim istiyorsa ona "sıfır kuruşa, bedava, parasız vermeye" hazır olduğunu açıkladı.”

Kaynak: arsiv.sabah.com.tr/1998/07/28/y06.html

Kemal Mijgar hakkında ise, eğer arzu ederseniz, sadece benim Behçet Yücel Beyefendi hakkında yazdığım yazıda yeterli bilgi bulabilirsiniz. 

Kaynak: https://www.enerjigunlugu.net/efsane-tek-genel-muduru-behcet-yucel-ile-gecmise-yolculuk-31783yy.htm

Üçüncü kişi olan, Arkun Tuncer’i ise hiç tanımıyorum ve hakkında, her şeye kaadir internet’te bile zerre kadar bilgi bulamıyorum. Keşke olsaydı. Gerçi “Elçi’ye zeval olmaz!” derler ama, bu onursuz işte onun görevi “elçi”lik olarak görünse bile, sadece bu yazı ile anılır olmak, tıpkı diğerleri gibi onu da tarih’te pek hayırlı bir yere oturtmayacak gibi geliyor bana…

Önceki ve Sonraki Yazılar