1. YAZARLAR

  2. Mehmet ASLAN

  3. Sebze kurutma fabrikası yöneten Berber Nuri
Mehmet ASLAN

Mehmet ASLAN

Köşe Yazarı
Yazarın Tüm Yazıları >

Sebze kurutma fabrikası yöneten Berber Nuri

Değerli okuyucular, bu defa sizlere tam Aziz Nesin’lik bir fabrika hikâyesi anlatmayı deneyeceğim. Çünkü geçen yazıda anlattığım Petkim’den kovulma hikayemin devamında kısa süreliğine de olsa bir özel sektör tecrübesi yaşadım. İş tecrübesi torbamda oradan kalan kimi birikimler de var ne de olsa. O yüzden oradan devam edelim istiyorum.

Hadi başlıyoruz...

Petkim’den çıkarıldıktan sonra tahmin ettiğimden çok daha zor bir duruma düştüm. Tekrar Türkiye Elektrik Kurumu’na (TEK) dönmek istedim ama bu mümkün değildi. Çünkü, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’na göre istifa eden personel 6 ay süre ile tekrar işe alınamıyordu.

Özel sektörde iş aramaya başladım ama onlar da askerliğini yapmamış bir elemana güvenemedikleri için, ODTÜ mezunu dahi olsa yüz vermiyorlardı. O halde askerliğimi yapayım dediysem de 1977 Nisan ayına kadar askere almıyorlardı.

Yani deyim yerindeyse TEK’ten ayrılıp geçtiğim Petkim’deki 15 günlük maceramın ardından ortada kaldım.

Gazete ilanlarında ne görsem başvuruyordum. İzmir’in içinde dolanıp duruyordum. En sonunda, Gazi Bulvarı’nda Piyale (Maktaş) Grubu’nun pazarlama işlerini yapan ANPA isimli bir şirkete iş görüşmesi için gittiğimi hatırlıyorum.

ANPA’da görüştüğüm Oğuz Bey isimli yaşlı-başlı bir Makine Mühendisi “Çanakkale’ye gider misin?” diye sordu ve ekledi: “Orada yeni açılan bir fabrikamızda elektrik mühendisi ihtiyacımız var.”

Ne demek! Bana “Fizan’a gider misin?” diye sorsa, yine olumlu cevap alırdı. “Öyleyse, al şu formu doldur” dedi. Bir çırpıda cevapladım bütün sorulanları. Son soruya gelince takılıp kaldım. “Ne kadar ücret talep ediyorsunuz?” sorusuna cevaben az yazsam bana yazık, çok yazsam bu herif beni işe almaz… En sonunda, o zamanın parasıyla “2500 TL” yazdım ve formu Oğuz Bey’e uzattım.

Oğuz Bey bütün cevaplarımı teker teker okudu. En sonunda “Bu ne yahu?” diye bağırdı. “Eyvah!” dedim kendi kendime “Ücreti fazla buldu, beni işe almayacak!..” Sonra Oğuz Bey bana döndü: “Bak kardeşim” dedi, “Hepimiz mühendisiz. Bu kadar düşük ücret yazılır mı? Ayıp! Şunu biraz yükseltelim. Bari 3500 olsun..” 

mehmet-aslan-canakkale-1970ler.jpg

70’li yıllarda Çanakkale…

Sonra, Eylül ayı başında Trutaş’ta çalışmaya başladım. Trutaş Sebze Kurutma Fabrikası, Türkiye’nin en köklü makarna fabrikası olan İzmir’deki Piyale (Maktaş) Grubu’nun, Çanakkale’de hükümetin teşvikiyle ihracata yönelik kurduğu bir yeni tür konserve (sebze kurutma) fabrikasıydı. (Gerçi orada çalıştığım sürece hiç ihracat yapıldığını görmedim. Üretilen bütün sebze kurusu ürünler, Piyale’nin kuru çorbalarına karıştırılmak üzere İzmir’e gidiyordu.)

Büyük sermayenin her zamanki huyudur: Daha önce tecrübe etmedikleri yeni bir yere yatırım yapmaya geldikleri zaman, oranın eşraf-ayan-mütegallibe takımından bir kısmını yatırıma ortak ederler, küçük bir pay verirler. Onlar da kendilerini fabrika sahibi, “fabrikatör” zannederler. Büyük sermayenin bu ortaklıktan kârı, biraz sermaye kazancı olduğu gibi esas olarak o yabancı topraklarda ayağını sağlam yere basmaktır. Nitekim Trutaş yatırımında da böyle olmuş, o sıralar Ege Bölgesi Sanayi Odası Başkanlığı’nı da yürütmekte olan Yılmaz Adıgüzel’in ortaklığı ve Genel Müdürlüğü altındaki Maktaş Grubu, Çanakkaleli ortaklara da biraz pay vererek bu yatırımı başlatmıştı.

Fabrika yeni devreye girmek üzereydi. Çanakkaleli ortaklar fabrikadan çıkmıyorlardı. Onlarla dirsek temasını ihmal etmeyen Fabrika Müdürü Nuri Postacıoğlu çok yetenekli ve becerikli birine benziyordu. “Ben İtalya’da bunun gibi çok fabrika kurdum” diyordu. “Bu işleri bilirim.” Yalnız fabrikada İşletme Şefi olarak çalışan ODTÜ mezunu Kimya Mühendisi Muammer Öksüzan ile arasının pek iyi olmadığı anlaşılıyordu. (Sonradan öğrendiğime göre, Çanakkaleli ortaklardan birinin oğlu, İngiltere’de Gıda Mühendisliği tahsilini yeni bitirmiş, onu Muammer Bey’in yerine İşletme Şefi yapabilmek için birlikte tezgâh çeviriyorlarmış.)

Bir gün odasında Nuri Bey’le konuşurken “Burası küçük bir fabrika, fazla bir elektrik işi yok, öyleyse niye beni, bir Elektrik Mühendisi’ni işe aldınız?” diye sordum. Nuri Bey çok açık sözlüydü: “Haklısınız, aslında yasal olarak buradaki elektrik işlerinin sorumluluğunu bir Yüksek Tekniker de üstlenebilir. Ama o herifler çok yüksek ücret istiyorlar, onun için seni işe aldık!” dedi.

O sıralar Yıldız Teknik mezunu yüksek teknikerler gerçekten de sanayi için vazgeçilmez elemanlardı. Pratik içinde yetiştikleri için çoğu fabrika sahibi onları mühendislere tercih ediyorlar ve onlar da burunlarından kıl aldırmıyorlardı. Fabrikada bir makine yüksek teknikeri vardı meselâ, dalgacının biriydi, kimseyi iplediği filân yoktu ve kısa zaman sonra istifa edip gittiğini duyduk.

Nuri Bey’in odasına ilk girdiğim gün, masasının üstünde bir tabak içinde plastikten yapılmış gibi görünen biber ve domatesler görmüştüm. “Bunlar maket mi?” diye sordum. “Hayır, onlar canlı, elleyebilirsin..” dedi. “Bunların tohumunu İtalya’dan yeni getirttik, köylülere dağıttık, önümüzdeki yıl fabrikada bunları kurutacağız…” Şimdi bütün pazarları dolduran, hani o adamın kafasına atsan, kafasını yaracak cinsten kemik gibi domatesler ve biberler var ya, o zamanlar henüz Türkiye’de bilinmiyordu. Bu “sanayi tipi” sebzeler Trutaş’tan başlayıp yayılmış olabilir!

Nuri Bey ilginç biriydi. Biraz kilolu, yerden bitme bir şeydi. Ama, fabrikaya girerken öyle bir bağırışla dalardı ki içeriye, bütün çalışanlar korkudan bir yerlere sinerlerdi. Sık sık panoya asılan duyurulara “Doç. Dr. Ziraat Yüksek Mühendisi” diye imza atardı.

Bir süre sonra fabrikada Elektrik Mühendisliği için yeterli iş bulunmadığına o da ikna olmuş ki, bana ilave iş olarak İşletme Şefi Yardımcılığını da yükledi. Ondan sonra Muammer Bey’le çalışmaya başladık. Ben durumdan hoşnuttum. Böylece hem teknik, hem sosyal anlamda bilgi ve yeteneklerimi daha da fazla geliştirme imkânına kavuştum.

İşletmeciliğin büyülü dünyasını ilk Muammer Bey’de gözledim. Başından beri fabrikanın kuruluşunu yürütmüştü. Gecesi gündüzü fabrikada geçiyordu. Yeni doğmuş çocuklarını İzmir’de kayınvalidesine bırakıp, eşiyle birlikte bu sapa şehre, ta Çanakkale’ye çalışmaya gelmişlerdi. Soğan kurutma hattını ilk çalıştırdığımız gün, gece yarısına doğru en son aşamadaki konik bir hazneden aşağıya akan soğan tozunu avucuna doldurup gurur ve sevinçle öyle bir bakışı vardı ki, anlatabilmek imkânsız. Ondan çok şey öğrendim. Ama en başta işin bu heyecanını...

Fabrikanın merkezini, çok ağır hareket eden ve buharla sebzeleri kurutmaya yarayan hareketli, üç katlı bir fırın teşkil ediyordu. Bunun öncesinde ise çeşitli sebzeleri yıkayıp, ayıklayıp, kurutulacak şekilde doğrayan kademeli bant sistemleri vardı. Yerine göre veya mevsimine göre bu bantlar sökülüp birbirinin yerini alacak şekilde değiştirilebiliyordu. Ben orada iken patlıcan, biber, domates, ıspanak, soğan kurutma hatlarını kurup çalıştırdığımızı hatırlıyorum.

Fabrikada çalışan işçiler ise daha dün tarladan alınıp getirilmiş köylülerdi. Hiçbir sanayi tecrübesi olmayan insanlardı. Bantlarda çalışan kadınlar, o yörede sanırım ferace denilen siyah podye kumaşından, baştan ayak bileğine kadar uzanan, ön düğmeleri olmayan, kolların giyilmediği ve başın üzerinden itibaren bütün vücudu örtecek şekilde adeta bir pelerin gibi üste alınıveren geleneksel bir giysiyi giyerlerdi.

Çevre köylerde, üstüne feracesini almadan sokağa çıkan kadına pek iyi gözle bakılmadığı söylenirdi. İşte bir gün, bu ferace başımıza epeyce büyük bir iş açtı. Fabrikaya iş güvenliği müfettişi gelecekti. Ama her yanı sarkan, her an bir banta takılıp içindekini de sürükleyebilme potansiyeline sahip bu feracelerin, iş güvenliği müfettişinin hiç hoşuna gitmeyeceği daha baştan belli bir şeydi. Bu nedenle, kadın işçilere giydirmek üzere pantolon ve ceket şeklinde standart iş elbiseleri aldırdık. Ama giydirmek ne mümkün! Kadınlar hiç alışkın olmadıkları bu “erkek” elbiselerini giymeye kesinlikle yanaşmadılar. Hele içlerinden biri, kendini yerden yere atıyor, “Benim herif duyarsa beni öldürür!” diye ağlıyordu. Elbiseleri kadınlara giydirip “teftiş”i sağ salim atlatıncaya kadar akla karayı seçtik.

Fabrikada başka tür problemler de çıkmıyor değildi. Bunlardan biri soğan hattında başımıza geldi. Hattın başlangıcında, tıpkı bildiğiniz yumurta ambalajlarına benzeyen bir takım deliklere soğanlar dikine yerleştiriliyor, bant ilerlerken üstten ve alttan çalışan bıçaklar soğanların başını ve kuyruğunu kesiyordu. Bu şekilde, üzerine basınçlı su püskürtülerek gevşek tamburların arasında yuvarlanan soğanların kabukları kolayca ayrılıyordu. Ama tarladan gelen soğanlar standart büyüklükte olmadığı için, bazıları çok fazla kesilirken bazıları ise hiç kesilmeden bıçaklardan geçiyordu. Bu teknik sorunla bir türlü baş edemeyince, bıçak sistemini banttan ayırdık, oraya köylü kadınları oturttuk, ellerine birer bıçak verdik ve sorunu çözdük. Ama oradan her geçişte sabahtan akşama kadar gözyaşları içinde işlerini yapmaya çalışan kadınlara güleyim mi, ağlayayım mı, bir türlü karar veremezdim.

Bir gün, Muammer Bey’le birlikte ofiste otururken siyah gözlüklü, siyah takım elbiseli ve siyah bond çantalı biri geldi. “Lütfen işçileri toplar mısınız, konuşma yapacağım” dedi. “Allah allah!” dedi Muammer Bey, “Siz kimsiniz yahu?” Adam pişkin bir yüzle “Ben, sendikacıyım..” demesin mi. Muammer Bey, gülmeye başladı. “Birader, sen yolu şaşırdın galiba” dedi. “Burası işveren odası. Oysa senin işçilerle konuşman lâzım…” Adam inat etti. “Ama beni Müdür Bey gönderdi size…” dedi.

O zaman işin rengi biraz anlaşıldı. Son zamanlarda Çanakkale’de bir hayalet dolaşmaya başlamıştı: DİSK Hayaleti! Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) geleceği ve bütün işçileri örgütleyeceği söyleniyordu. Bunu duyan işverenler, DİSK’ten önce davranıp işçilerini daha makbul buldukları Türk-İş’e kaydetmek için bir panik halinde kolları sıvamışlardı.

Ama bu kadarını bizim Muammer Bey’in midesi kaldırmamıştı. Adamı odadan kovdu. “Git başımdan kardeşim” dedi, “Seni kim gönderdiyse o toplasın işçileri…”

“Sendikacı”(!) içeri girip işçilerle konuşmak için şansını bir denedi ama, hiç başarılı olamadı. Çünkü yeni köyden gelmiş olan işçiler, sendika deyince komünistlik filân gibi bir şey sanıyorlar, başlarına bir şey gelebilir diye ödleri kopuyordu. Sonunda “sendikacı”, çaresiz gitti Müdür’ü aldı geldi. Nuri Bey, fabrika içindeki geniş holde işçileri topladı, kendisi de bir taburenin üzerine çıkarak: “Arkadaşlar, sendika iyi bir şeydir, bildiğiniz gibi birlikten kuvvet doğar!” diye epeyce göz yaşartıcı, hamasi bir nutuk attı. Sonunda, ite kaka işçileri sendikaya üye yapabildiler.

Bir ara, fabrikanın arka tarafında biraz daha kuytu bir yerde birkaç elektrik teknisyeni yanıma gelerek “Mehmet Bey, ne dersiniz? Bu gelen, nasıl bir sendika? Bu sendikaya üye olalım mı?” diye sordular. Bunlar diğerlerine göre biraz daha uyanık işçilerdi. “Arkadaşlar, görmüyor musunuz?” dedim. “Adam sizinle konuşmadan önce işverenle konuşuyor, onunla birlikte geliyor. İşverenler ise sendikanın zeki, çevik ve açık sarı olanını severler!.. Artık, gerisine siz karar verin…”

Bu arada fabrika hayatı hakkında hızla tecrübe kazanıyordum. Bir gün odamda otururken genç bir işçi geldi. Elleri ceplerinde karşımda dikildi. Birden kan beynime sıçradı: “Çıkar ulan ellerini cebinden!” diye öyle bir bağırdım ki, işçi gayriihtiyari ellerini çıkardı. Ama sonra hırsla yine soktu ellerini ceplerine. “Kardeşim manyak mısın?” dedim. “Derdin ne senin?” “Ben” dedi, “İstifa dilekçesi vermeye geldim…”

O zaman bu ilk tecrübemi kafama yazdım: İstifa dilekçesi vermeye gelen bir işçinin ellerini asla cebinden çıkaramazsın! Veya bu prensibin değişik bir anlatımı şöyle olabilir: İşyerinde disiplinin özü, Allah korkusu gibi işten atılma korkusudur. Bu korku yoksa, disiplin için boşuna uğraşma. (Bunun gerçek anlamını daha sonra devlet işletmelerinde öğrenecektim.)

***

mehmet-aslan-canakkale-saat-kulesi.jpg

Trutaş, Çanakkale’nin Balıkesir yolu çıkışında idi. Ben de o cadde üzerinde ama şehir içine daha yakın bir yerde, temiz ve bakımlı bir pansiyon kiraladım, orada kalıyordum. Akşam yemeklerini genellikle şehir merkezinde, saat kulesinin civarındaki sokaklarda bulunan lokantalarda yiyordum. Zaten, üst düzey zenginlerin gittiği en lüks mekân olan Truva Oteli’ni saymazsak, eli yüzü düzgün tek lokanta merkezdeki Adapazarı Lokantası’ydı o zamanlar.

Bir gün dolaşırken, bir ara sokakta TÜTED Tüm Teknik Elemanlar Derneği’nin şubesini gördüm. Oradaki arkadaşlarla tanıştım. Güzel bir gelenek oluşturmuşlardı. Başka bir yere tayini çıkan teknik elemanlar için mutlaka bir veda gecesi düzenliyorlardı. Bu geceler de genellikle Adapazarı Lokantası’nda yapılıyordu. Ama dönem, MC (Milliyetçi Cephe) dönemiydi. Gün geçmiyordu ki, herhangi bir devlet işletmesinden bir mühendisin tayini çıkmasın. Bu yüzden sık sık veda gecelerine katılıyordum. Bol içki içilen bu gecelerde bol bol da nutuklar atılıyordu. Belki de şu Rakı ve Memleket Meseleleri arasındaki ilişki de o zamanlardan kalmadır.

Çoğu zaman geç vakit şehir merkezinden yürüyerek pansiyonuma dönüyordum. Çanakkale’nin bıçak gibi kesen o meşhur poyrazının ne demek olduğunu işte o yağmurlu ve soğuk gecelerde öğrendim.

Çanakkale o zamanlar adına hiç yakıştıramadığım bir şekilde küçücük, şehirden ziyade kasaba gibi bir şeydi. Ara sıra canımız sıkılır, karşıya Eceabat’a geçerdik. Eceabat’ta çok güzel ve ucuz, halk tipi balık lokantaları vardı.

Başka hiçbir şehirde rastlamadığım gençlere özgü ilginç bir eğlence türü vardı Çanakkale’de. Her hafta Cumartesi akşamları, Truva Oteli’nin hizasında denize uzanan büyük bir salonda en az 500 kişiden oluşan kızlı-erkekli bir gençler kalabalığı “BİNGO” oynuyordu. Ücret karşılığı kartlar alınıyor, sahnede elinde mikrofonla bir sunucu sayıları çekerek mikrofondan ilân ediyordu. Bingo’ya yaklaştıkça kalabalıkta heyecan doruğa çıkıyor, hele birisi “BİNGO!” diye bağırınca özellikle kızların keskin çığlığı salonu inletiyordu. Hâlâ devam eder mi o eğlence Çanakkale’de, bilemem. Ama hem çok heyecanlı bir oyun olması, hem de genç kızlarla oğlanların bir arada eğlenerek tanışmasına imkân sağlaması açısından çok rağbet gören bu eğlence umarım ben Çanakkale’den ayrıldıktan sonra da yıllarca devam etmiştir. 

mehmet-aslan-dusman-yilmazguney.jpg

Çanakkale’nin ve Eceabat’ın o zamanki hallerini merak edenler Zeki Ökten’in o sıralar hapiste yatan Yılmaz Güney’in senaryosundan çektiği ve bence en iyi “Yılmaz Güney filmi” sayılması gereken “Düşman” filmini seyretsinler. İşsizlikten ve fukaralıktan ne yapacağını bilemeyen Aytaç Arman, işçi pazarından tut Almancı gezdirmesine kadar bulabildiği her imkânı değerlendirmeye çalışıyor, hatta bir ara Belediye’nin köpek itlâf ekibinde bile çalışıyordu.

Ben de biraz onun gibi, çaresizlikten, askerliğe kadar süre dolduruyordum Çanakkale’de. Askerlikten sonra tekrar Çanakkale’ye gelmeyeceğim kesin gibi bir şeydi. Belki de bu yüzden, sabahları serviste gözüme takılan al yanaklı pek hoş bir Boşnak kızı, hiç yüz vermemişti bana.

***

Bu sırada inanılmaz bir skandal patlak verdi Trutaş’ta. Duyurularda Doç. Dr. Ziraat Yüksek Mühendisi diye imza atan Nuri Postacıoğlu’nun değil Doçent’lik veya Doktorluk, Ziraat Mühendisliği ile uzaktan yakından ilgisi olmadığı, alelâde bir berber olduğu anlaşıldı. Tam bir şok yaşadık. Bunu nasıl başardığını tam olarak öğrenemedik ama Müdür olmak için İzmir’deki şirket yöneticilerini araya birilerini koyarak kandırdığını duyduk. Diploma sordukları zaman, “Arabam soyuldu, hırsızlar içinde diplomamın da bulunduğu çantayı çalmışlar, yenisini çıkartacağım” diye yalan söylemiş. Daha sonra tekrar sorduklarında ise “Diplomayı almak için üniversiteye gitmem lâzım ama işler çok yoğun, fabrikayı bir türlü bırakıp gidemiyorum, filân..” diye mazeretler kıvırıyormuş. Böylece yaklaşık bir yıl süreyle, fabrikamızı bir berber yönetmiş!

Her şey bir yana, hakkında çeşitli efsaneler duyduğumuz ve ideal yönetici sınıfına yerleştirdiğimiz Yılmaz Adıgüzel’i bile nasıl kafeslediğini bir türlü anlayamıyorduk. O sıralar Ege Bölgesi Sanayi Odası Başkanı da olan Yılmaz Adıgüzel hakkında duyduğumuz en ilginç şeylerden biri, onun tatil anlayışıydı. Yılmaz Bey, bütün bir yıl deliler gibi çalıştıktan sonra, sıra bir aylık tatile gelince adamlarını toplarmış: “Bana bakın” dermiş, “ben bir ay yokum. Ama sadece burada değil, dünyanın hiçbir yerinde yokum. Bana mektupla, telefonla, telgrafla, teleksle, hiçbir şeyle ulaşamayacaksınız… Hepinize görevlerinizi dağıttım. Ben yokken işlerin aksamaması için her şeyi yapın ama beni aramayın, çünkü bulamayacaksınız..” Ondan sonra sırra kadem basarmış. Bir tek Allah bilirmiş nereye gittiğini. Bizim için bundan çıkarılacak ders şuydu: İyi bir yönetici, nasıl çalışacağını bildiği kadar nasıl dinleneceğini de bilmelidir!

Yılmaz Bey Trutaş’a pek gelmezdi. Müdür skandalından sonra Yönetim Kurulu Toplantısı’na katılmak üzere Trutaş’a gelmiş. (Bunları bana Toplantı’ya katılan Muammer Bey anlattı.) Toplantıda önce Çanakkaleli ortaklar konuşmuşlar. Ortalığı yıkmışlar. “Asalım! Keselim! Mahkemeye verelim!” diye bağırışmışlar. Bu esnada Yılmaz Bey, hiç sesini çıkarmadan, sinirli bir şekilde önündeki kâğıda resimler çiziktiriyormuş. En sonunda ortakları susturmuş. “Hayır, beyler” demiş, “hiçbir şey yapmayacağız. Öylece bırakacağız ve elini kolunu sallaya sallaya gidecek bu herif. Yahu zaten yeteri kadar rezil olduk, bir de mahkemeye verip daha da fazla mı reklam olalım?”

***

Bundan epeyce sonra fabrikaya bir köylü geldi. Burnundan soluyordu. “Nerede o adam?” diye sordu. “Kim?” dedik. “Müdür Nuri Bey...” dedi. Güldük ve “Geç kaldın” dedik, “Nuri Bey gitti.”

“Nasıl gider yahu, beni böyle herkesin maskarası yaptıktan sonra nereye gider?” diyen adam öfkesinden ağlayacaktı neredeyse. Oturttuk, çay ikram ettik. Biraz sakinleşti. Anlatmaya başladı:

“Zarar ediyorum diye üzülüyorsam namerdim, vallahi onun için değil. Biz köylüler alışkınız, zaten her sene zarar ederiz. Ama şimdi durum o değil. Bu herifin yüzünden milletin içine çıkamaz oldum. Tarlamın yanına uğrayan herkes benimle dalga geçiyor. Bu adam bize lahana tohumu verdi. Arkasından da sıkı sıkı tembih etti. ‘Sakın ha, sık ekmeyin’ dedi. ‘Bu tohum, İtalyan tohumu, siz bilmezsiniz. Öyle büyük lahanalar olacak ki nah böyle köfün gibi, sık ekerseniz birbirine çarpar, çürüme yapar...’ Ah kafam, ben de bunun sözüne kandım, dediği gibi ektim lahanaları. Şimdi tarlaya gelin bakın, bir lahana orda, bir lahana ötede, birbirlerinden metrelerle aralı, tarla bomboş... Herkesin maskarası oldum, ağırıma gidiyor. Yakalarsam bu herifi geberteceğim...”

Nuri Bey’i bir daha hiç görmedik. Bizim bilmediğimiz, duymadığımız daha başka nerelerde icra-i sanat eylediğini de haber alamadık. Öyle ya, bu zenaatta bu derece yetenekli olan bir insan mesleğinden niye hemen vazgeçsin ki?

Nitekim, Nuri Bey’den sonra fabrikanın başına geçen Ziraat Mühendisi Aydoğan Bey’in anlattığına göre, sebze-meyve kurutucuları ile bir organizasyon çerçevesinde yapılan bir toplantıda Malatyalı bir şirketin mensupları öyle bir “Nuri Bey”lerinden bahsetmişler ki, yere göğe oturtamıyorlarmış. Aydoğan Bey merak edip sormuş, bir fotoğrafını görmek istemiş. Bir de ne görsün, Çanakkale’deki Nuri Bey’in ta kendisi değil mi! Tabii marifetlerini anlatınca Malatyalılar hemen oradan da şutlamışlar Nuri Bey’i...

Bir de, İstanbul’da üzerinde sahte albay elbisesi ile yakalanınca alıp Çanakkale’ye getirdiklerini duyduk. Bunu haber alan Çanakkaleli Trutaş ortakları, karakola, mahkemeye koşmuşlar, en ağır cezaları verdirmek için. Ama söylenilenlere göre, Nuri Bey öyle inandırıcı bir şekilde ağlayıp sızlanmış ki, onları yine kandırmış. Mahkemede beraat ettiği gibi ortaklardan aldığı borç para ile Çanakkale’den ayrılmış, Zübükzade Nuri Bey!..

En son İstanbul’da inşaat müteahhitliği yaparken görüldüğünü söyleyenler de var.

***

Muammer Bey, bir süre sonra Aliağa’daki Ege Gübre’ye geçti. Daha sonra Yaşar Grubu’nda 15 yıl çalışmış ve son beş yılında Pınar Un’un genel müdürlüğünü yapmış. En son 2004 yılında, bacanağı Alim Ağaççı ile birlikte Tanzanya’ya gittiğini ve orada mısır ve çeltik tarımı ile uğraştığını duydum. Ancak bacanağının 2009 yılında kalp krizi ile vefatından sonra Türkiye’ye dönmüş. Şimdi, İzmir’de, Karşıyaka’da komşum oluyor. Bu yazıyı yazarken onun büyük yardımı oldu, olmasa yazamazdım. (Meselâ Nuri Bey’in Astsubay Emeklisi olduğunu sanıyordum, öyle kalmış aklımda ama aslında berber olduğunu Muammer Bey’den öğrendim.)

1977 yılı Ocak ayının sonunda ben de Trutaş’tan ayrıldım. Çanakkale’nin o meşhur poyrazı beni sırtımdan iterek Aliağa’ya döndürdü tekrar. Zaten Nisan ayında askerliğe başlayacaktım, fazla bir zaman kalmamıştı artık.

***

mehmet-aslan-canakkale-son.jpg

Bir süre sonra, Çanakkale’de tarıma dayalı bir çok sanayi tesisinin (Kepez Konserve, AKFA, Sancak Ziraat, Pınar Konserve, Tekel Kanyak ve Şarap Fabrikası, Sümerbank Deri) teker teker kapanması gibi Trutaş’ın da kapandığını duydum. Uzun süre bir mezbelelik gibi kalan ve bir kısmı depo olarak kullanılan fabrika alanının 10 bin metrekaresinin, 27 Mart 2017 tarihinde, hissedarlar tarafından Belediye’ye hibe edildiğini yazdı gazeteler. Sanırım başka türlü, konut alanı için imar izni verilmiyordu!

29 Mart 2018 tarihinde, Ziraat Mühendisleri Odası Çanakkale Şube Yönetim Kurulu, yayınladıkları basın açıklamasıyla Çanakkaleli Yerel siyasetçilere tepki gösterdiler:

“Evet, Çanakkale’nin merkez ve ilçeleri kasaba büyüklüğündeyken gelişmiş bir tarıma dayalı sanayisi vardı. Şimdi Çanakkale’nin büyükşehir veya bütünşehir olması tartışılıyor ve bazıları bu yerel yapılanma değişiminin Çanakkale ekonomisini geliştireceğini söyleyebiliyorlar. Çanakkale’nin ekonomisi büyükşehir veya bütünşehir olunca neyle gelişecek? AVM’lerle mi? İnşaat ile mi? Üretim olmadan ekonomik gelişme mümkün olabilir mi? Çanakkale’nin sosyo-ekonomik sorunlarına çözüm üretmek sorumluluğunda olan yerel siyasetçileri ‘pilav dağıtma’ çevresindeki kısır tartışmaları bir kenara bırakıp üretime yönelik projeler üretmeye davet ediyoruz.”

Önceki ve Sonraki Yazılar