1. YAZARLAR

  2. Mehmet ASLAN

  3. Park Termik, Ahmed Arif ve Turgay Ciner
Mehmet ASLAN

Mehmet ASLAN

Köşe Yazarı
Yazarın Tüm Yazıları >

Park Termik, Ahmed Arif ve Turgay Ciner

HAK-HUKUK, MAL-MÜLK VE USUL-ADAB ÜZERİNE 10 SAHNELİK BİR ORTAOYUNU

Değerli okuyucular, son Çayırhan yazısını yazdıktan sonra tam bitti diyorduk ki, Enerji Günlüğü’nde bir haber:

“Park Termik ünvanını Ciner Enerji olarak değiştirdi”

https://www.enerjigunlugu.net/park-termik-unvanini-ciner-enerji-olarak-degistirdi-38312h.htm

Buyur burdan yak! …ve gel de bitir bakalım, bitirebilirsen…

SAHNE 1 Eskiden beyaz fillere benzeyen tepeler

Yatağan’da çalıştığım sıralar, odamda otururken dışarıdan Çevreci’lerin cırtlak sesleri gelirdi. Ben de bir taraftan, pencereden karşıya, Yatağan kasabasının yaslandığı, eskiden “beyaz fillere benzeyen tepeler”[1]e bakardım. Şimdiyse bakılacak hali kalmamıştı bu tepelerin. Mermerciler, orasını burasını kazıp tırmalayarak canına okumuşlardı o cânım tepelerin. Bana kalırsa esas büyük çevre felâketi buydu Yatağan’da. (Santralın o zamanlar çevre açısından bugünkü halinden çok daha kötü olduğuna kesinlikle inanmıyorum. Bunu da ayrıca tartışabiliriz.)

Yatağan’ın ihtiyarları geliyordu aklıma. Yatağan’lılar ot ağırlıklı beslenirler. O yüzden çok uzun yaşarlar. Sık sık, yol kenarında sırtlarında bir eşek yükü odunla yürüyen ve 100 yaşın üstünde gösteren ninelere rastlardık. İşte o yaşlı insanların yerine koyardım kendimi. Düşünün, ömrünüz o küçücük ovada geçmiş. Uzun, çok uzun yıllar, yorulup da soluklanmak için bir gölgeye oturunca başınızı çevirip hep o oylum oylum tepelere bakmışsınız. İnsan ezberler her çizgisini, her kıvrımını. Bir süre sonra dost olursun, akraba olursun o tepelerle. Ama şimdi o ne idüğü belirsiz insafsız mermerciler gelip de orasını burasını dinamitleyip, kazıp kemirdikçe, senin böğrünü deşiyorlarmış gibi gelir. İçin yanar, gözlerin yaşarır.

Hangisi daha feci? Öndeki mi, arkadaki mi?

Ama kimse o mermercileri protesto etmiyordu nedense. Çok pahalı Baca Gazı Arıtma Tesisi’nin sipariş edilmesi için alesta bekleyen “Desülfürizasyon lobisi”nin el altından verdiği desteği, mermerciler konusunda kimse vermiyordu demek ki çevrecilere. Kim versin ki hem, bacağından tutup silkelesen cebinden sımsıkı mendile bağlanmış üç beş kuruştan fazla bir şey dökülmeyecek bu mutsuz ihtiyarlar mı destekleyecekti çevrecileri?

ertugrul-ozkok-turgay-ciner.jpg

Hangisi daha feci? Öndeki mi, arkadaki mi?

SAHNE 2 Bir zamanlar Akbük’te

O zamanlar Akbük, belki de dünyanın en güzel plajlarından biriydi. (Şimdi gitmeye korkuyorum, ne hale geldi kim bilir?) Akbük dediysem, Didim – Akbük değil, Muğla – Akbük. İki yoldan gidiliyordu Akbük’e. Ya Ören’den dimdik yukarı vurup şimdi yamaç paraşütü atlayışlarının yapıldığı Alatepe’ye kadar çıkarak sonra yine döne döne, delik-deşik berbat bir yoldan tangır-tungur aşağıya iniyordunuz. Ya da Muğla’dan güneye yönelip Yerkesik üzerinden yine dar ve dolambaçlı, çok zor bir yoldan giderek Ören’den gelen yolla birleştikten sonra Akbük’e yöneliyordunuz. (Akyaka’dan, deniz kenarından gelen ve şimdi asfalt olan yol o zamanlar yoktu.) Yerkesik ve Ören’den gelen yolların birleştiği yüksek rakımlı tepede, yukarıdan o küçücük Akbük Koyu’nun görünümü muhteşemdi. Ama o noktadan sonra stabilize olan yola girmek ise her babayiğitin harcı değildi. Bir noktadan sonra arabalarımız yirmi santim tozun içine dalıyor, resmen perişan oluyorduk. Ama deniz kenarına vardığımızda gördüğümüz manzara, yukardan gördüğümüzden bile kat kat daha güzeldi. Bir havuz kadar kıpırtısız denizde suyun içine bakınca küçük çakılları tek tek sayabiliyordunuz. Üstelik bu cennet koyda neredeyse yapayalnızdınız. Çünkü o felâket yolu göze alıp Akbük’e kadar gelecek tatilci pek çıkmazdı. Bir de, o zamanlar en azından görüntüde –yani yasal olarak- imar yasağı vardı burada. Bu yüzden tek tük çadır haricinde sürekli kalan da olmuyordu. Yapı olarak sanırsam sadece bir tane, bahçesinde palmiyeler olan bir restoran vardı ve bir de yukarıdan inen yolun tam denize ulaştığı noktada, solda tek katlı şirin bir villa vardı, çatısı kırmızı kiremitli, önünde ahşap bir iskele ve arkasında bir helikopter pistiyle…

ertugrul-ozkok-villa-akbuk-koyu.jpg

Acep kimindir? diye sorduk, “Ertuğrul Özkök’ün” dediler.

(Hani Ertuğrul Bey’in, birkaç gün önce, Muğla’da boğularak öldürüldükten sonra betona gömülen o zavallı kızcağızı anlatırken, dehşet içinde: “Kızın cesedi Akbük’teki evimin üç adım ilerisinde, Yerkesik’te bulundu. Yani o alçak artık hepimizin mahallesinde...” diye anlattığı o ev.) 

Akbük Koyu ve Ertuğrul Özkök’ün şirin villası

Ben o zamanlar, Yatağan’da 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi bir mühendis olarak çalışıyordum. Aldığımız maaş, bizi Akbük’e kadar getirecek benzin parasına bile zoru zoruna yetiyordu. Bu yüzden restoran’a gitmek pek haddimiz değildi. Güneşten korunmak için sahildeki ağacımsı bodur çalıların gölgesine hasırı serer ve çocuklarla denize girerdik. Bir ara o şipşirin villa’ya gıptayla bakarak: “Hey güzel Allahım!” diye içimi çekmiştim, “Bir elâlemin kullarına bak, bir de kendi kuluna!”[2]

Ertuğrul Bey, o zamanlar Aydın Doğan Bey’in çalışanıydı.

SAHNE 3 Seyahat hürriyeti!

Yıllar sonra, ben Yatağan’dan ayrılıp Park Termik’e geçtikten sonra da Ertuğrul Bey hâlâ Türk basınının “amiral gemisi”nde Aydın Doğan Bey’le çalışmaya devam ediyordu.

İddia edildiğine göre, 01.08.2007 günlü Hürriyet Gazetesinde Turgay Ciner hakkında “hakaret ve iftira dolu bir yazı yazmış” ve Turgay Bey aynı gün avukatları aracılığıyla ona şöyle bir cevap vermişti:

“Sizin Turistik seyahate bile çıkamayacağınız dağlarda Turgay Ciner ve Ciner Grubu binlerce çalışanıyla madencilik yapıyor.”

https://www.ensonhaber.com/gundem/cinerden-ozkoke-jet-cevap-47618

Gerçekten de, o zamanlar, Şırnak-Silopi’de veya Siirt-Şirvan’da yatırım yapmak cesaret isterdi, öyle herkesçe tercih edilen bir şey sayılmazdı. Bu nedenle verilen cevap çok hoşumuza gitmiş ve bu grubun bir parçası olan Park Termik’te çalışıyor olmak bize gurur vermişti. Bizler, Cudi Dağı’nın eteğindeki Silopi santralının su ihtiyacını karşılamayı düşündüğümüz tam sınırdaki Hezil Çayı kenarında, “Dikkat Mayın Var!” yazılı tabelaların arasında dolaşarak su alma tesisinin en uygun yerini saptamaya çalışırken, operasyona çıkan askeri araçların hemen yakınımızdaki asfalt yoldan peş peşe geçip gittiklerini görürdük. Kolay değildi hem kişi olarak, hem de şirket olarak böyle bir işe girişmek.

Bu yüzden ve daha önceki yazılarımda anlattığım Çayırhan özelleştirmesi nedeniyle “Park Termik” rozetini hiç yüksünmeden ve hep gururla taşıdım.

Şimdiyse bu rozetin, artık tedavülden kalkmış bir bozuk para gibi fırlatılıp atılması açıkçası ağırıma gidiyor. Park Termik bu ülkede büyük işler başardı, birçok insanın hatırasında yaşıyor ve belki de ileride yine hiç kimsenin yapmadığı, yapamayacağı görevlere talip olacak. Keşke Turgay Bey bu yanlış kararını bir kez daha gözden geçirse…

ahmed-arif.jpg
Ahmed Arif, Hasretinden Prangalar Eskittim / İlk Baskı, Son Baskı

SAHNE 4 Kimin neye, nereye kadar hakkı vardır?

Ahmed Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” isimli kitabının 1968 tarihli ilk baskısında o çok meşhur “Otuzüç Kurşun” şiirinin 5. Bölümü şöyledir:

“Vurun ulan,

Vurun,

Ben kolay ölmem.

Ocakta küllenmiş közüm,

Karnımda sözüm var

Haldan bilene.

Babam gözlerini verdi Urfa önünde

Üç de kardaşını

Üç nazlı selvi,

Ömrüne doymamış üç dağ parçası.

Burçlardan, tepelerden, minarelerden

Kirve, hısım aşiret çocukları

Fransız kurşununa karşı koyanda”

(Ahmed Arif, Hasretinden Prangalar Eskittim, Bilgi Yayınevi, 1968, sayfa 78)

Yıllarca şiiri böyle okuduk, böyle bildik, böyle ezberledik neredeyse. Ama geçenlerde Metis Yayınları’ndan çıkan son baskıda bu bölümün son iki mısraının şöyle basıldığını gördüm:

“Kirve, hısım, dağların çocukları

Fransız Kuşatmasına karşı koyanda”

(Ahmed Arif, Hasretinden Prangalar Eskittim, Metis Yayınları basımı, Eylül 2017, sayfa 117)

Felâket öfkelendim. Ölmüş bir şairin şiirini nasıl böyle hoyratça bozup değiştirebilirlerdi? Buna ne hakları vardı? Ama sonra biraz sakinleyince, Yayınevi’ni hemen suçlamadan, kitabın Ahmed Arif’in hayatta olduğu dönemlerdeki baskılarını da incelemeye karar verdim. Sonunda Cem Yayınevi tarafından yapılan 1989 tarihli basımda da aynı değişikliğin olduğunu gördüm. Bunu da o tarihte hayatta olan şairden habersiz olarak yayınevinin yaptığı bir tahrifat olarak düşünmeye eğilimliydim. Ama şiirin Ahmed Arif’in kendi sesinden okunmuş halini dinleyince beynimden vurulmuşa döndüm. Ahmed Arif de bu değişik halini okuyordu şiirin. Bana göre şiirin canına okuyan bu cinayeti, bizzat şairin kendisi işlemişti demek ki.

buna hakkı var mıydı? Yıllarca çeşitli basımlarda, hatta 1968’deki ilk basımından önce uzun yıllar, (en azından ilk kez daktilo edilip bir mektup içinde Leyla Hanım’a gönderildiği 1957 yılından itibaren) dilden dile ezbere okunan ve artık halka mal olmuş bu şiiri, velev ki bunu Şair’in kendisi bile yapsa, değiştirmeye hakkı var mıydı?

Bence yoktur. Mülkiyet hakkının bazı hallerde sınırlandırılmasında sonsuz yarar vardır.

Ben yayıncı olsaydım, şiirin ilk baskıdaki orijinal halini tercih ederdim. Zaten şiirin dokusundaki o çok hassas müzikalite de bunu gerektiriyor.

SAHNE 5 Her yaptığı işe adını çakmak matah bir şey midir?

Yatağan’da çalışırken çok yetenekli bir elektronikçi arkadaşımız vardı. O zamanlar henüz bugünkü kadar moda olmadığı için çok ilginç görünümlü, kıvırcık saçları Bonus biçiminde kabarık çok sevimli bir arkadaşımızdı. Adı Ahmet Kayrak. Yıllardır görmedim, şimdi nerelerdedir kim bilir, kulakları çınlasın.

İşte bu Ahmet Kayrak, o sırada acilen ihtiyaç duyduğumuz, üstelik yurt dışından sipariş etmemize rağmen kısa zamanda elimize geçmeyeceğini bildiğimiz bir elektronik kartı, uğraşıp didinerek, devre elemanlarını kendi çizdiği akım yolları üzerine yerleştirerek imal etmiş. Kartı getirdi ve gururla önüme koydu. Çok sevindim. Ama kartı incelerken bir de baktım ki, kartın alt sağ köşesinde lehimle “Ahmet Kayrak” yazılmış. Birden hayal kırıklığına uğramış gibi kartı elimden bıraktım. “Bak arkadaş” dedim, “Yaptığın her işe kendi özel mührünü basarsan değerini düşürürsün. Bizde ‘ben’ diyenler değil, ‘biz’ diyebilenler daha makbuldür…”

Gerçekten de nasıl savaşta esas olan “meçhul asker” ise, sanayide de esas olan “isimsiz emek”ti bizim için. Yanan kömürün ısıttığı buharla dönen türbinin çevirdiği jeneratörde üretilen ve yüksek gerilim hatlarına yüklenip her yana dağılan elektriği kim kalkıp da “Ben ürettim!” diyebilir. Adama “manyak” derler, tımarhaneye kapatırlar.

Peki en temel ilkemiz bu iken, bizim “sanayici”(!)lerimizin ortaya koydukları her şeye illâ ki kendi “öz, hakiki, benzersiz, cihanda bir tane” soyadlarını altın harflerle çakmalarına ne demeli?

İçlerinde soyadı sultasından kendini kurtarabilen belki bir tek Beymen oldu. Cem Boyner akıllı adam. 1994 yılında Türkiye’nin görüp göreceği tek liberal siyaset olan Yeni Demokrasi Hareketi’ni kurdu. Ancak büyük umutlarla girilen ilk seçimde % 0,47 oy alınca hemen aklını başına topladı. Bu ülkede sağcı, solcu, ilerici, gerici, muhalif, muvafık, her şey olunabileceğini, ancak bir tek “liberal” olunamayacağını tez zamanda anladı ve siyaseti bıraktı. Bu arada, kendi soyadı ile başka şirketler kurdu, ama Türkiye’de belirli bir düzeyi temsil eden ve bu özelliği beyinlere kazınan Beymen’e dokunmadı, “Beymen kalitesi” aynen devam etti.

Hiç unutmam, Aydın’da, Menderes Bulvarı’nda bir pastane vardı. Adı “Böcekli Pastanesi”. Önünden geçerken başımızı çevirip hızla uzaklaşırdık. İçeriye hiç adımımızı bile atmadık. Meğerse sahibinin soyadıymış “Böcekli”. (Böcek, Aydın – Muğla karayolu üzerinde Aydın’a 13 km. mesafede 217 nüfuslu küçük bir köydür.) Sonra taşındı mı, kapandı mı bilmiyorum, şimdi yok o pastane bulvarda.

Bizimkiler de, bu pastaneci gibi ille soyadlarını bayraklaştırıp, Yönetim Kurulu Başkanlığı’na da ya mutlaka kendileri oturuyorlar veya en azından kendi sulbünden gelen birini naspediyorlar. En zeki, en akıllı ve en yetenekli oldukları DNA’larında mı yazıyor nedir?

(Ama geçenlerde bunlardan bir zat-ı muhterem, başına geçtiği tarihî bir spor kulübümüzü çok kısa bir sürede batırmayı başardı. Kendi şirketlerine verdiği veya verebileceği zararları minimuma indirmek için veya en azından gözlerden saklayabilmek için o zavallı profesyoneller ne kadar ter döküyorlardır, Allah bilir! Belki de bir kasıtla Kulüp Başkanlığı’na postalamışlardır, ne bileyim… Batarsa Kulüp batsın, koç gibi şirketlerin ne günahı var, diyerek.)

SAHNE 6 Peki, bu Amerikalılar aptal mı?

Neden MicroSoft yerine BillGateSoft, veya iPhone yerine iJobs filân demiyorlar…

SAHNE 7 Mal sahibi, mülk sahibi, kim bunun gerçek sahibi?

Bertolt Brecht, “Augsburg Tebeşir Dairesi” isimli öyküsünde Otuzyıl Savaşları sırasında İmparatorluğun serbest şehri Augsburg am Lech’de geçen bir olayı anlatır. (Bertolt Brecht, Canavar, Varlık Yayınları, 1967, sayfa 3-21).

Katolikler aniden şehre hücum edince mal mülk derdine düşen bir Protestan deri fabrikatörü kaçmaya fırsat bulamaz ve yakalanıp öldürülür. Karısı ise küçücük çocuğunu öylece ortada bırakıp kaçar, akrabalarının yanına sığınır. Çocuğun bakıcısı genç kız, anneyi arayıp bulur, ama kadın bazı riskleri düşünüp çocuğu almak istemez. Zavallı genç kız ise bebeğe kıyamaz, onu sarıp sarmalar, binbir tehlike içinde uzak bir köydeki yoksul ağabeyinin evine götürür. Yengesini ikna edebilmek için de kendi çocuğu olduğunu söyler. Yıllarca o ağır şartlarda çocuğa bakar, büyütür. Yemez yedirir, içmez içirir, hastalandığında başında sabahlar. Hatta çocuk yüzünden etrafın suçlamalarına dayanamayarak yaşlı ve hastalıklı bir ırgatla evlenmeye bile razı olur. Ama çocuk 7 yaşına geldiğinde savaş biter, anne sultan evine geri döner ve çocuğunu almak ister. Tabii yılların büyüttüğü bir sevgiyle çocuğa bağlanan bakıcı kız buna şiddetle karşı çıkar. Zaten çocuk da ondan ayrılmak istemez. Konu mahkemeye dökülür.

Davaya halkın çok sevdiği, adaletiyle meşhur bir Hâkim bakacaktır. Hâkim, halkın huzurunda her iki tarafı dinler, ama bir türlü karar veremez. Sonunda, gerçek annenin kim olduğunu anlayabilmek için eski bir yöntemi deneyeceğini söyler. Tebeşirle yere bir daire çizilmesini ve çocuğun dairenin içine konulmasını ister. Sonra da zengin anne ile bakıcı kızın, çocuğun birer elinden tutmalarını söyler. İşaret verildiğinde her ikisi de çocuğu kendi tarafına doğru çekecek, hangisi çocuğu kendi tarafındaki çizginin dışına çıkarabilirse o kazanacaktır.

İşaret verilince zengin anne büyük bir hırsla çocuğu kendine doğru çeker, ama zavallı bakıcı kız çocuğun kolu kopabilir diye korkusundan bırakıverir. Bunun üzerine, zengin anne kazandığını düşünüp sevinçle kararı beklerken, Hâkim gerçek annenin bakıcı kız olduğuna karar verir.

SAHNE 8 Hem siz kim oluyorsunuz da…

Onun için, lütfen, rica ediyorum:

Yatağan’daki ihtiyarlar gibi, bizim gibi artık yaşını başını almış insancıkların şu dâr-ı dünyada edindikleri birkaç parça alışkanlıklara, bazı geleneklere, aziz hâtıralara lütfen biraz hürmet ediniz, diyorum.

Söz konusu edilen, kendi ispatlı-şahitli-tapulu mallarınız mülkleriniz dahi olsa, hatta (farz-ı muhâl) Ahmed Arif kadar büyük ve değerli bir şair olsanız dahi, lütfen bu usul ve adaba riayet ediniz.

Biraz daha mütevazı olmaya çalışınız, başka insanların maddî-manevî haklarına saygılı olunuz, kâmil olunuz, gerçek manada SANAYİCİ olunuz…

Lütfen!

SAHNE 9 Tapu dediğin öyle olmaz, böyle olur!

mehmet-aslan-park-termik-2020.jpg

İşte bunlar da benim tapularım!

Hem öyle babadan, dededen kalma, mahkemeden, noterden alınma filan değil, sevgiyle ve emekle hak edilmiş sağlam tapular…

Hadi şimdi çıkın bakalım arazimden!..

SAHNE 10 Son bir söz

“Daha yavuz bir belge var mıdır ha

Gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden?”

(Ece Ayhan, Yort Savul, Adam Yayınları, Temmuz 1982, sayfa 3)

 

[1] Heminway’in bir öyküsünün adı.

[2] Meşhur bir fıkradan alıntı.

Önceki ve Sonraki Yazılar