1. YAZARLAR

  2. Mehmet ASLAN

  3. Yılan balığı hikayesi ve corona'nın bilinci
Mehmet ASLAN

Mehmet ASLAN

Köşe Yazarı
Yazarın Tüm Yazıları >

Yılan balığı hikayesi ve corona'nın bilinci

O zamanlar her şey ne kadar kolaydı.

60’lı yılların sonlarıydı. Türkiye’deki genel sosyal hareketliliğin bir parçası olarak bizim köyde de bazı kıpırdanmalar başlamıştı. İstanbul Hukuk’ta okuyan Süreyya Abi’mizin başlattığı fikir hareketleri gittikçe yayılıyordu. Köylülerin ezici çoğunluğu (benim Babam da dahil) muhafazakâr partilere eğilimliydi. Bu yüzden de “ilk komünist” Süreyya Abi’yi dövmeye kalkışanlar bile oldu. Ama, yaşlıların teşvikiyle bu işe kalkışanlar da başta gelmek üzere bütün gençlik kısa sürede Süreyya Abi’nin peşine takıldı. Güzelhisar Köyü Kültür ve Dayanışma Derneği kuruldu. Her taraftan yağan kitaplarla epeyce zengin bir kitaplık oluştu. Kızlı oğlanlı bütün gençlik bir okuma seferberliğine girişti.

Çünkü o zamanlar makbul olan “bilinçli” olmaktı.

Bilinçli olmak ise o kadar da zor değildi: “İnce Memed”i veya “Ana-Gorki”yi okumuş olmak yetiyordu. Hadi diyelim Şemsi Belli’nin “Anayasso” şiirini okumak veya Aşık İhsani’nin “Arkasından Baltasını Biledi” türküsünü söylemek de bunlara eklenebilirdi. O kadar.

guzelhisar-gencleri1973-mehmet-aslan.jpg

***

Şimdi ise “bilinç” denilince kafam karışıyor. Ne demek “bilinç”? (Yaşlandıkça cahilleştik mi nedir?)

Meselâ o zamanlar şöyle düşünürdük: “Bilinç” denilen şey elbette ki kara kaplı kitapta “eşref-i mahlûkat” denilen İnsan’da bulunurdu. O da hepsinde değil. Sadece okumuş-üflemiş, mürekkep yalamış olanlara mahsus bir şeydi bu. Hatta o bile değil, “bilinçli” sayılmak için az çok sol kesime dahil sayılacak kitapları okumak, ilerici fikirlere sahip olmak gerekirdi. Meselâ şu cahil cühelâ köylülerin bile kendine göre bir “bilinci” olabileceği hiç aklımıza bile gelmezdi.

***

Gelin burada bir parantez açıp, yıllardır kafamda taşıdığım iki aşamalı “Yılan Balığı Hikâyesi”ni anlatayım size.

1-GÜZELHİSAR ÇAYI’NDA YILAN BALIĞI AVI:

Ya bir sömestr tatilinde, ya da 5 Mart 1971’den sonra okulun kapatılması ile bir kış döneminde köydeydim. Bardaktan boşanırcasına bir yağmurun yağdığı bir akşam, yaşıtım olan bazı arkadaşlar ertesi gün çayda yılan balığı avına gitmeyi teklif ettiler. Dediklerine göre yılan balığı avının iki şartı varmış: Öncelikle, aşırı bir yağışın ardından gitmek gerekiyormuş ki çayın suyu iyice bulansın. İkincisi, her evin ahırının ardında bulunan gübreliklerde bol bol bulunan solucanların toplanıp iğne ile bir sicime dizilmesi, sonra da solucanlı sicimden bir kangal yapılıp uzun bir sopanın ucuna iple bağlanması gerekiyormuş.

“Ama benim oltam yok!” dedim. “Oltaya gerek yok ki?” dediler. “Nasıl yani, oltasız balık mı yakalanır yahu?” “Sen bizim dediklerimizi hazırla, gerisine karışma!” dediler. Gerçekten de, ertesi gün hiç aklımın almadığı bu yöntemle epeyce yılan balığı yakaladım. Yılan balığını inceleyince de işin püf noktasını anladım: Yılanbalığının dişleri içe doğru kıvrıktır. Zavallı hayvan, solucanlı ipi dişleriyle kavradığı zaman artık istese de bırakamıyordu. Bazen toprağa düştükten sonra dahi uzun süre dişlerine takılan iple cebelleşiyordu.

Bu konuda yıllarca düşündüm: Yılan balığının dişlerinin bu özelliğini keşfetmek ve hayvanın dişlerini olta gibi kullanmak acaba yabana atılacak bir “bilinç” midir?

2 - YILAN BALIĞI VE SU BEREKETİ

Başka yerlerde de var mıdır öyle bir inanç bilmem. Bizim köyde köylüler yeni bir kuyu açtıkları zaman içine canlı yılan balığı atarlardı. “Suyu bereketli olsun!” diye…

Bunu ilk duyduğumda, “İşte yine bir bâtıl inanç!” diye gülüp geçmiştim.

Köyün ovasının ortasında Çayır dediğimiz çukur bir bölüm vardı. Kışın yağan yağmurlar burada göllenir ve yaz ortasına kadar kolay kolay çekilmezdi. Bu yüzden buranın toprağı yapışkan, killi bir topraktı ve yabani bitkilerle kaplıydı. Burada herhangi bir tarım yapılamazdı. Sadece Çayır’ın sık çimenlerle kaplı bir bölümü harman yeri olarak kullanılırdı. Yaz boyunca bataklık kurumaya devam eder ve en sonunda sadece iki söğüt ağacının dibindeki çukurda bir havuzcuk halinde kalırdı.

Hayvanlarımızı sulamaya götürdüğümüzde, o havuzun içinde yılan balıklarının oynaştığını görürdük. Yaz sonunda ise o havuz da kurur ve dibindeki taş gibi sert ve kuruyup çatlamış killi toprak ortaya çıkardı. Ama işin ilginç tarafı ertesi yıl aynı havuzcukta yine yılan balıklarının oynaştıklarını görüp hayret ederdik. Havuzcuk kuruyunca yılan balıkları nereye gidiyordu ve ertesi yıl yine nasıl çıkıp geliyordu?

Ancak yıllar sonra, bir tesadüf eseri internet’te yılan balıklarının inanılmaz macerasını okuyunca bu iki olguyu, yani kuyu suyu bereketi ve kuruyan havuzcukta ölmeyen yılan balıklarını az çok bağdaştırabildim.

Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hikmet Sami Yıldırımhan şöyle diyor:

“Yılan balıkları normalde tatlı sularda yaşıyor. Türkiye'deki tatlı suların yanı sıra Yunanistan ve bazı Avrupa ülkelerinde de bu balıklar yaşamlarını sürdürüyor. Bu balıkları ilginç kılan ise tatlı sularda yaşadıkları halde denizde üremeleri ve binlerce kilometre yol gitmeleri. Söz konusu balıklar, 7-12 yaşlarına geldiğinde bir şekilde bulundukları tatlı sulardan denize geçerek, uzun bir yolculuğa başlar. Düşünün, Dalyan Gölü'nden Marmara Denizi'ne geçiyorlar ve 7 bin kilometreden fazla yol giderek, Meksika kıyılarındaki Sargossa Körfezi'ne ulaşıyorlar.'' (abç)

Siz buna ne dersiniz? Haritadan görebildiğim kadarıyla, Dalyan Gölü’nün Marmara Denizi ile doğrudan bağlantısı yok. Yılan balıkları zamanı gelince, “bir şekilde”, bana kalırsa yeraltı suyu bağlantılarını kullanarak denize ulaşıyorlar. Tıpkı bizim çayırdaki yaz sonunda kuruyan havuzcukta olduğu gibi, tıpkı köylülerin yeni açtıkları kuyulardan denize ulaşmak için yeraltı suyu gözeneklerini açıp genişlettikleri gibi… Ve elbette ki, yeni açılan kuyuların suyu, içine atılan yılan balıkları sayesinde daha bereketli olur o zaman.

Peki yılan balıkları nasıl öğrendi tâ Meksika’ya kadar gitmeyi ve tekrar geriye dönmeyi? O cahil cühelâ diye küçümsediğimiz köylüler nasıl öğrendi yılan balıklarının bu huyunu?

60’lı yıllarda rastgele kullandığımız şu “bilinç” kavramını yeniden elden geçirmekte fayda var: Herkesin ve her şeyin bilinci kendine…

İşimiz gitgide zorlaşıyor.

***

İkide bir kafamıza takılır: Başka dünyalarda hayat var mı? Başka dünyalarda insan benzeri “düşünen” yaratıklar var mı? Bazı bilim kurgu filmlerinde canlandırılan uzaylılar fiziksel olarak bizden biraz farklı görünseler de, düşünme tarzları tıpa tıp bize benzer. Bu bana hep ters gelmiştir. “Eşref-i mahlûkat”ın kibri öyle kabarmıştır ki Dünya’ya sığmamış, evreni bile kavrayan bir “rol modeli” haline getirmiştir kendini. Andrei Tarkovsky tarafından filme de çekilen Stanislav Lem’in “Solaris” isimli kitabında ise, uzaydaki bir gezegende “düşünen” ve “insanlara bir şeyler yapan” bir okyanus bilincinden söz edilir. Bizim tasavvurumuzun dışında olduğu için, ne kitapta, ne de filmde neler çevirdiğini tam olarak anlayamadığımız bu “bilinç” filmin sonunda Tarkovsky tarafından Dünya’ya da taşınır. Daha doğrusu, zaten Dünya’da da bulunan bu “doğa bilinci” seyircinin gözüne sokulur.

***

İşimiz zor.

Einstein’ın dediği gibi: “Önyargıları kırmak, atomu parçalamaktan daha zordur.”

Zaten hep böyle olmuştur. Kopernik Dünya’nın değil, Güneş’in merkez olduğunu bulduğunda inanamamış, bunu kitabına yazamamıştır. Darwin’in “doğa’dan” geldiğimize dair teorisine inanmakta hâlâ zorluk çekiyoruz. Hele Freud’un, en çok övündüğümüz “düşünme” yetimizin bile “bilinçaltı” denilen bir dipsiz kuyunun esiri olduğunu söylemesi, hepimizi çıldırtıyor.

Bunların tümü “Efendi İnsan”a vurulmuş ağır darbelerdir. Oysa şu lüzumsuz kuruntularımızdan bir kurtulabilsek, bu güzelim doğa’nın Efendi’si değil, alelâde bir parçası olduğumuzu bir kavrayabilsek, belki her şey biraz daha kolaylaşacak.

Bu ise aslında çok zor değil. Yeni doğmuş bebekler pekâlâ başarabiliyorlar bunu.

Önceki ve Sonraki Yazılar