1. YAZARLAR

  2. Mehmet ASLAN

  3. Çayırhan Termik Santrali'nin hikâyesi 2
Mehmet ASLAN

Mehmet ASLAN

Köşe Yazarı
Yazarın Tüm Yazıları >

Çayırhan Termik Santrali'nin hikâyesi 2

Değerli okuyucular, Çayırhan Termik Santrali hikayesine devam edeceğimizi söylemiştik. Bu sözümüzü tutuyor ve ikinci kısmı da dikkatinize sunuyoruz. İlginize teşekkür ederiz. Buyrun…

OTURMA DÜZENİ

Kamuda çalışırken, Ankara’dan devletlûlar geldiği zaman akşam yemeklerinde artık ezberlediğimiz klasik bir oturma düzeni vardı. Masalar U şeklinde diziliyor, en büyük baş (bakan, genel müdür, daire başkanı, her neyse) U’nun dibindeki sıranın en ortasına oturuyor, onun iki yanına hiyerarşiye göre üst düzey elemanlar sıralanıyordu. Ayrıca büyük baş’a kendini göstermek isteyen ve yükselme hırsıyla yanıp tutuşan kariyeristler, yalakalar ve mevki düşkünleri o bölgeye yakın oturabilmek için birbirlerini ezerlerdi. Ben de istesem, etine göre budu ünvanımla, kendime oralarda bir yer edinebilirdim belki. Ama bunu pek tercih etmezdim. Çünkü gecenin en zevksiz ve neşesiz bölümü genellikle işte o U’nun dibindeki bölüm olurdu. Büyük baş epeyce düşündükten sonra ağzını açarak lütfedip iki kelâm etse, etrafını kaplayan baston yutmuş tipler hemen tasdik etmek için birbirleriyle yarışırlardı:

- Haklısınız efendim..

- Hakk-ı âliniz var efendim…

- Çok isabet buyurdunuz efendim…

Sonra yine ortalığı bir sessizlik kaplar, önlerindeki kurumuş bifteği tırtıklayıp dururlardı. Ne espri, ne muhabbet, sadece inanılmaz derecede gülünç bir ciddiyet… Hele büyük baş içki içmiyorsa, o bölümde içki içmek de zinhar yasaktı. Üstelik espri yapmak da cesaret isterdi: Ya bir sürç-ü lisan olursa, bir ucundan zülf-ü yâre dokunursa!.. Durduk yerde başa belâ! Bu bölümde sükût altın, ciddiyet baş tâcı idi.

Bu yüzden ben, daha baştan U’nun en uçlarına doğru yönelir, en hoşsohbet arkadaşlarımı da etrafıma toplayarak gecenin keyfini çıkarmaya bakardım. Bizim tarafta bardaklar dolar boşalır, fıkralar, espriler, kahkahalar gırla giderdi. Hatta gecenin ilerleyen vakitlerinde, U’nun dibinde kasılıp durmaktan bunalanların bir bölümü de bizim tarafa kapağı atmaya başlarlardı.

Çayırhan’da ise farklı bir masa düzeni buldum. TKİ’nin misafirhanesi, nâm-ı diğer “Gökdelen”in altındaki restoranda, akşamları mühendisler genellikle Genel Müdür’ün de katıldığı uzunlamasına bir masada yemek yiyorlardı. Kimse için yer ayrılmıyordu, isteyen istediği yere oturabiliyordu. Ben bu yemeğe ilk katılışımda, biraz geç kalmıştım galiba, ortalarda bir yerde oturan Genel Müdür’den uzakta, masanın en ucunda bir yer bulabildim. “Her zamanki hâlimiz..” diye düşündüm. “Genel Müdür’den uzak olan Allaha yakındır!”

Ama çok geçmeden anladım ki burada bizim U masalardan farklı bir şey vardı. Masanın en neşeli ve keyifli yeri Genel Müdür’e yakın olan orta kısımdı. Çünkü masadakilerin hepsini yakından tanıyan, onlarla iyice içli dışlı olan Genel Müdür başta olmak üzere kimse o abuk sabuk ciddiyet ve ikiyüzlülük peşinde değildi. Herkes, günün fabrika veya ülke sorunlarından başlayarak en derin felsefi konulara kadar her konuda bir şeyler söylüyor, ama en ciddi konular bile sık sık Genel Müdür’ün kışkırttığı esprilerle gırgıra boğuluyor, bir kahkaha tufanıyla son buluyordu.

Meselâ o sıralarda gündemde genel seçim vardı. Bir gün Genel Müdür dedi ki: “Bugün Genç Parti’den geldiler, biliyorsunuz bu yörenin en büyük sanayi kuruluşuyuz, bu yüzden bize bir kontenjan ayırmışlar, yaklaşan seçimlerde aday göstermek üzere bizden birini Milletvekili aday adayı olarak önermemizi istediler.”

İdari Genel Müdür Yardımcısı Hulki Bey, hemen yapmacık bir hevesle öne atladı: “Beni öner Abi, ne olur beni öner!”

Ama Genel Müdür, başını hayır anlamında iki yana salladı ve bir taraftan hınzır bir gülüşle sırıtırken bir taraftan da açıkgöz bir ifadeyle göz kırparak parmağıyla kendini gösterdi…

Bunun üzerine çok bozulmuş gibi yapan Hulki Bey: “Ama olmaz ki Abi!” diye sızlandı. “Bütün pis işleri bana yaptırıyorsun, ne olurdu yani bunu da bana yaptırsan?”

Dikkat ettim, masadaki herkes Genel Müdür’le aynı göz hizasından, açıklıkla ve cesaretle konuşabiliyordu. Ama kimse bu yakınlığı suiistimal ederek kendine menfaat temin etmeye yeltenmiyordu, çünkü herkes bunun mümkün olamayacağının farkındaydı.

Çünkü o gerçekten bir Genel Müdür’dü…

Genel Müdür’ün adı Yusuf Aydın’dı…

EVVELİYAT

Yatağan’daki ilk İşletme Müdürümüz Vedat Bey’in bize benimsettiği terbiyenin de etkisiyle olacak, birlikte çalıştığımız süre boyunca ve artık emekli olduktan sonra bile, bir gün bana “Artık şu Ağa’lı, Bey’li konuşmayı bir yana bıraksak iyi olacak” demesine kadar, Yusuf Aydın’a hep “Yusuf Bey” diye hitap ettim.

Oysa onunla tâ ODTÜ yıllarından tanışıyorduk. O Maden’deydi, ben Elektrik’te. Sadece dönem arkadaşlığı değil, aynı zamanda 12 Mart’tan çıkışta kurulan ilk sosyalist partide (TSİP) birlikte çalıştık, ilk öğrenci derneğinin (ADYÖD) kuruluşunda aktif görev aldık. Bugün gibi hatırlarım, ODTÜ 3’lü Anfi’de yapılan forumlarda, Yusuf gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıvayıp konuşmaya başladı mı, ortalık yıkılırdı. Konuşmasını sağlam bir mantık silsilesi ile temellendirir, parlak bir ajitasyonla süslerdi. Bu forumlardan birinde, hemen ötemde, o sıralar yeni yeni palazlanmaya başlayan Dev-Yol’culardan birinin yanındaki arkadaşına: “Ah ulan, bu herif bizde olacaktı ki…” diye sızlandığını duymuştum. 

yusuf-aydin-cayirhan.jpg

Yusuf Aydın, bir toplantıda konuşurken

Sonra okul bitti ve hepimiz bir yerlere savrulduk. Uzaktan uzağa onun hep Çayırhan’da TKİ Orta Anadolu Linyitleri İşletmesi’nde çalıştığını duyardım. Ama 25 yıl boyunca bir daha hiç görüşmedik. 2001 yazında İntergen-ENKA’dan atıldığım zaman, Yatağan’a dönüp kızağa çekildikten sonra, üstelik Kemal Derviş’le Zeki Çakan İşletme Hakkı Devri ihalelerinden vaz geçtiklerini ilân edince, Türkiye’de çalışabileceğim bir tek yer kalmıştı: Özelleştirilen tek kömür santralı olan Çayırhan. Yusuf’un da orada çalıştığını biliyordum. Elim telefona doğru gidiyordu, ama tekrar geri çekiyordum elimi. 25 yıldır görüşmediğim arkadaşımın orada hangi şartlarda çalıştığını, hangi problemlerle boğuşmakta olduğunu bilemezdim ki! Onu sıkıntıya sokabilecek herhangi bir şey isteyemezdim. Ama hiç ummadığım bir gün telefonum çaldı. Karşımdaki Yusuf’tu. “Gel, görüşelim…” dedi. Uçar gibi gittim Çayırhan’a.

***

Okuldayken hiç sormamıştım. Bu yüzden, 25 yıldır bu acayip yere “katlandığına göre”, Yusuf’u Beypazar’lı filân sanıyordum. Oysa değilmiş. Mersin – Gülnar’danmış. O zaman anladım. Ben nasıl herkesin nefret ettiği Yatağan Santralı’na âşık olduysam, Yusuf da buradaki yeraltı linyit projelerine vurulmuştu. Neredeyse bütün ömrü buralarda geçmişti. TKİ’de düz mühendislikten en son Müessese Müdür Yardımcılığı’na kadar yükselmişti. (Doğrudur, kendi tecrübelerimden biliyorum, Devlet’te bizim yükselebileceğimiz en yüksek makam Müdür Yardımcılığı idi, daha ötesine müsaade etmezlerdi. Oysa Müdür Yardımcılığı da nedir ki, bildiğin hamallık! Yapılan bütün işlerin şânı şerefi Müdür’e aittir, sense tamamlayıp devreye aldığın projelerin karşısına geçip bir sigara yakarsın, o kadar, bundan âlâ ödül mü olur?) 

yeralti-komur-cikaricisi.jpg

Yeraltı Kömür Çıkarıcısı

ÇAYIRHAN’DA İLK ÖZELLEŞTİRME ADIMI

1996 yılında, Park Teknik şirketi TKİ’nin açtığı bir ihaleyi kazanarak, Çayırhan’da Yap-İşlet kapsamında yılda 2.500.000 ton linyit kömürünün yeraltı maden sahasından çıkarılması ve santrala teslim edilmesi işini üstlendi. Bu Çayırhan’da ilk özelleştirme adımı idi. Yusuf Aydın, TKİ’den ayrılarak Park Teknik’e Genel Müdür oldu. Daha önce TKİ için gerçekleştirdiği ve Türkiye’de bir ilk olan Tam Mekanize Uzun Ayak Yeraltı Kömür İşletmesi projesini bu kez özel sektör için uyguladı. Bu iş için ilk yatırım olarak 100 Milyon Dolar civarında para harcanmıştı. Turgay Bey Çayırhan’a pek gelmezdi. Dediklerine göre, bir gelişinde maden ocağının ağzına kadar gitmiş ve yanındaki Park Holding Enerji ve Maden Grubu Başkanı Erhan Aygün’e dönerek: “Yahu o kadar parayı bu deliğe mi soktunuz? “ diye sormuş hayretle. “Bu parayı oradan geri çıkaramazsanız elimden çekeceğiniz var!”

Tabii o para oradan misliyle çıktı. Önce maden, arkasından santral derken, zamanla bütün Çayırhan Park Holding’in denetimine girdi.

Yusuf bir gün bana “Park Holding’te bir sürü şirket var” demişti ve hemen arkasından gururla eklemişti: “Ama burası Amiral Gemisi…” 

İŞLETME HAKKININ DEVRİ

2000 yılının Temmuz ayı başında İşletme Hakkının Devri Sözleşmesi gereğince santral da Park Termik’e devredildikten sonra Yusuf Aydın, hem madenin hem santralın yöneticisi ve Çayırhan’ın tek hakimi haline gelmişti. Üstelik Beyaz Enerji Davası’ndan dolayı Enerji ve Maden Grubu Başkanı bir süre içeriye girince ve içeriden çıktıktan sonra da uzunca bir süre (neredeyse 2002 sonbaharına kadar) ortalıkta görünmeyince, bu hakimiyet ve inisiyatif daha da artmıştı. Ancak buna paralel olarak iş yükü de çok artmıştı. Santralın 3. ve 4. Ünitelerinin Kesin Kabul çalışmaları sürüyordu, bu kapsamda karşılaşılan sorunların yapımcı firmalar tarafından çözümlenmesi için EÜAŞ’ı sıkıştırmamız gerekiyordu. Çünkü yapım sözleşmesi bazında, firmalarla muhatap olan EÜAŞ’tı. Özellikle kazan performansı hakkında tartışmalar sürüyordu. Yapımcı Avusturya Enerji Firması ise madenden gelen kömürün sözleşme şartlarına uygun olmadığını iddia ediyordu. Oysa maden tarafında sorunlar büyük ölçüde çözülmüştü. Kömür kalitesini iyileştirmek için lavvar tesisi de devreye alınmıştı. 

komur-lavvar-tesisi.jpg

Kömür Lavvar Tesisi

BEYPAZARI TRONA PROJESİ

Diğer yandan yeni başlayan Trona projesi için de yapımcı firmalarla görüşmeler, tartışmalar sürüyordu. (1979 yılında MTA Genel Müdürlüğü’nün yaptığı kömür arama sondajları sırasında tesadüfen bulunan trona rezervleri için çalışmalar yirmi yıl boyunca yerinde saymış, hatta bu çalışmalar sırasında ciğeri kediye teslim eder gibi, Beypazarı haricinde dünyadaki en önemli rezervlerin ABD Wyoming’teki işletmeci şirketinden Beypazarı için rapor istendiği bile iddia edilmişti. Yine söylendiğine göre, Wyoming’teki şirket kendine rakip istemediği için doğal olarak “olumsuz” rapor vermiş ve konu yine sürüncemeye girmişti. Çayırhan’ın özelleştirilmesi sırasındaki hummalı çalışmalar arasında Yusuf’un ve Çayırhan’daki madenci ekibinin özel ilgisiyle proje yeniden canlandırılmış, trona rezervine kadar giren bir galeri açılmasıyla projenin realize edilme ihtimali somut bir şekilde ispatlanmıştı. Daha sonra solüsyon madenciliği yöntemine karar verilerek ülkemiz için çok değerli bir ürün olan soda külü üretimine başlandı. 2010 yılı sonlarında Amerikan madencilik devlerinden Rio Tinto’ya ait olan Ankara Kazan’daki trona rezervlerinin satın alınmasıyla, hatta 2018 yılında Wyoming’teki soda külü tesislerinin de alınmasıyla Ciner Grubu dünya soda külü devlerinden birisi durumuna geldi. Artık “Amiral Gemisi” Trona madenciliği olmuştu!) 

eti-soda-beypazari.jpg

Beypazarı’ndaki Eti Soda Tesisleri

Yusuf’un hem maden tarafında hem de santral tarafında odası vardı. Ama santraldaki odaya pek uğramazdı. O, eski alışkanlıkla, Maden tarafındaki odasından bir türlü vazgeçemiyordu. O kadar yoğun çalışıyordu ki onunla görüşmek için asistanından randevu alabilmek epeyce zordu. Genellikle iş saatlerinin dışında, gece vakitlerinde görüşebiliyorduk. Yusuf’un çalışma saatleri ise genellikle sabahtan başlayarak akşam 24:00’e kadar devam ediyordu.

DEVİRDEN SONRA ÇAYIRHAN’DA YAPILAN DÖNÜŞÜMLER

Devirden sonra, özelleştirme çerçevesinde yapılacak dönüşümler daha ben santrala gelmeden önce büyük ölçüde tamamlanmıştı.

Devir Sözleşmesi gereğince kabahatsiz olarak işten çıkarma yasaktı. Ancak, EÜAŞ zamanında başlatılan bir uygulama çerçevesinde 25 yılını dolduranlar tazminatları ödenerek emekli ediliyorlardı. İhtiyaç halinde, yeni işçi alımlarında emekli edilenlerin yakınlarına öncelik tanınıyordu. Bu şekilde sosyal rahatsızlıklar minimuma indirilebilmişti.

Yatağan’da iken en nefret ettiğimiz şey, “İç Hizmetler Servisi” denilen şeyle uğraşmaktı. Müfettişlerin de en sevdiği şey bunları didiklemekti. Santral verimi ve üretim kapasitesi hakkında tek kelime sormayan hazretler, iki kilo patlıcanla üç demet maydanoz’un kaça alındığını sormaktan pek haz ederlerdi. Santralcılıkla ilgisi olmayan bu işler (lokal, restoran ve misafirhane işletmeciliği vs.) Çayırhan’da devirden hemen sonra (tam da bizim aklımızdan geçtiği gibi) müstecire verilmişti. Bu işlerde çalışan ahçı, garson, bulaşıkçı, resepsiyonist gibi elemanlara ise santral içinde yapabilecekleri işler teklif edilmişti. Ancak bunların bir bölümü santralda çalışmayı kabul etmeyerek işten ayrılmışlardı.

Lojmanların bakımı ve işletmesi tamamen içlerinde oturan personelin kurduğu bir derneğe devredilmişti. Lojmanlarda kalan personelden kira alınmıyordu. Ayrıca lojmanlara sıcak su ve kalorifer buharı sağlayan ısı merkezinin kömür ihtiyacı da Şirket tarafından karşılanıyordu. Diğer bütün bakım ve işletme giderleri artık lojmanlarda kalanlarca karşılanacaktı.

Devletçilik zamanında bizi en fazla meşgul eden şeylerden biri, çevre kasaba ve köylerin yol bakımından tutun, patlak su borusunun tamiri, caminin boyanmasına kadar bir sürü ıvır zıvır işlerinin halledilmesiydi. Bu işlerin zamanımızı alması bir yana, araya il başkanı, ilçe başkanı, milletvekili gibi unsurların da karışması işi arapsaçına çeviriyordu. Çayırhan’da devirden sonra bu işlerin yapılması yine bütün hızıyla devam ediyordu, hatta boyutları daha da büyüyerek, yöre halkına daha da yararlı işler eklenerek… Ama bu işlerin santral faaliyetine etki etmemesi için çok yaratıcı bir çözüm bulunmuştu: Santral girişine bir ofis konulmuş, iş talebi için gelen muhtar, belediye başkanı, siyasetçi, vs.’nin önce bu ofise müracaat etmesi sağlanmıştı. Bu şekilde, santral içine girmeleri ve mühendisleri meşgul etmeleri engellenmişti. (Ofisin başına ise şimdi Maden-İş Sendikası’nın Genel Başkanı olan Nurettin Akçul görevlendirilmişti. Nurettin Bey, bu işi gerçekten de çok iyi başarıyordu.) 

beypazari-evleri.jpg

Beypazarı’nda tarihi evlerin restorasyonu

Çevreye yapılan yardımların en başında, Beypazarı’ndaki eski tarihî evlerin restorasyonu geliyordu. Park Holding, Beypazarı’nın merkezinde bir ana caddenin sağlı sollu bütün binalarının restorasyonunu üstlenerek bu işi başlatmıştı. Şimdi Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olan Mansur Yavaş o zamanlar Beypazarı Belediye Başkanı idi. Bir akşam yemekte konuşurken kendisine iltifat etmek amacıyla: “Başkanım, bu gidişle Safranbolu’ya yetişeceksiniz…” demiştim. Başkan ise bu sözüme sevineceğine, bozulmuş gibi yaparak itiraz etti: “Ne demek yetişmek?” dedi. “Geçeceğiz. Safranbolu’da kaç tane ev var ki? Beypazarı’nda oradakinin iki katı sayıda tarihî ev var!” İçimden: “Al sana klasik siyasetçi üslûbu” diye düşünmüştüm. “Fırsatı bulunca, hemen uçmaya, üfürmeye başlıyorlar..” Ama bir süre sonra Mansur Bey’in haklı olduğu anlaşıldı. Belediye’nin de hız verdiği restorasyon çalışmaları sonucunda Beypazarı şimdiden Safranbolu’yu gölgede bırakmaya başladı.

Yatağan’da çalışırken, hemen yakınımızda, Turgut (eski Leyne) kasabasının bitişiğindeki Lagina Harabelerinin kazı işinde çok faydamız olmuştu. Santraldaki 50 Tonluk seyyar vinci, boş kaldığı zamanlarda hemen kazı yerine gönderiyor, yıkılmış büyük mermer blokların yerlerinden kaldırılmasında ve yerleştirilmesinde yardım ediyorduk. Ama yaptığımız bu işler aslında kitaba, kaleme, mevzuata uyan işler değildi. Orada çalışırken bir terslik olsa, vincin veya çalışanların başına bir şey gelse başımız Müfettiş’lerle feci surette derde girerdi. Kazı Başkanı Arkeolog Prof. Ahmet Tırpan’a “Ah Hocam!” derdim. “Şu özelleştirme bir olsa, santralı alacak olan şirketin ilk işi bu kazıya sponsor olmaktır. O zaman işler çok daha rahat ve kapsamlı olacaktır…”

İşte aynen Yatağan’da olacağını düşündüğümüz bu dönüşüm Çayırhan’da hemen başlatılmıştı.

park-tip-merkezi.jpg

Park Tıp Merkezi

Ayrıca, esasında Santral ve Maden’deki personel ve ailelerine hizmet vermek üzere kurulan sağlık merkezi, aynı zamanda yöre halkının sağlık ihtiyaçlarını da karşılıyordu. Maden tarafında, eskiden kalma ama artık kullanılmayan bir bina restore edilerek okul haline getirilmiş ve Milli Eğitim Bakanlığı’na teslim edilmişti. Bu okulda Madencilik eğitimi alan öğrencilerin ileride Maden’de çalışmaları da hedeflenmişti. 

turgay-ciner-lisesi.jpg

Bütün bunlar yöre halkının Şirket’e sempati ile bakmasını sağlıyor, birçok santralda çeşitli kılıklar altında (en çok da ‘çevrecilik’ şeklinde) kendini belli eden muhalefetlerin oluşmasını engelliyordu.

EN BÜYÜK DEVRİM: MADENİN VE SANTRALIN YERELDE BİRLEŞMESİ

Çayırhan hakkında bir önceki yazımda anlatılan büyük başarıların temelinde Santraldan çok Maden tarafındaki sorunların giderilmesi yatıyordu. Santralın ihtiyacı olan kömürün, hem miktar ve hem de kalite olarak düzenli bir şekilde sağlanması, aynı zamanda santralın da tam kapasite ile çalışmasını sağlamıştı. Yusuf her iki tarafın da genel müdürü olarak dengeyi sağlamaya çalışıyordu, ama açıkçası gönlü hep Maden’den yanaydı. Bir gün konuşurken, o esprili üslûbu ile biz santralcılara takılmıştı: “Kardeşim, siz “Kul Yapısı” ile uğraşıyorsunuz, biz ise “Allah Yapısı” ile… Bizim işimiz daha zor!” Bir de şunu demişti: “Bu sondajcıların ‘Allah bir!’ dediğine inanmam! Onun için yerin altına girip gözümle görmek, elimle tutmak isterim. Yeraltında her an bir sürprizle karşılaşma ihtimali vardır…”

Ama en büyük devrim, elbette ki “hem madenin, hem santralın tek elden ve mahallinden” yönetilmesiydi. Devletçilik zamanında en büyük problemimiz, aslında biri olmadan diğerinin olamayacağı kertede etle tırnak gibi birbirinin içine geçmiş iki işletmenin, mahallinde ayrı ayrı organize edilmesi ve tâ Ankara’da bir sürü bürokrasiden sonra Enerji Bakanlığı’nda birleşebilmesiydi. Bu yüzden bir çok santralda, madencilerle santralcılar kedi köpek gibiydi. Herkes işletmelerin ortak çıkarından ziyade, habire karşı tarafın hatalarını kolluyordu suçlayabilmek için. Yatağan’da bir gün dayanamayıp davetsiz, destursuz madencilerin haftalık toplantısını basmış ve şöyle demiştim: “Kardeşler! Hep bir hallı Turhallı’yız! Birbirimizden zerre kadar farkımız yok. Bu yüzden birbirimize kurşun atmanın da âlemi yok! Bir atımlık barutunuz varsa bize atmayın, gelin hep beraber hedefe Ankara’yı koyalım! Bütün problemlerin kaynağı orasıdır, bizi birbirimize düşürmekten başka bir işe yaramayan aşırı merkeziyetçiliktir. Yoksa bizim birbirimizle ne alıp veremediğimiz var? TEK’in kömür alamaması demek, TKİ’nin kömür verememesi demektir. Bu kadar basit…” Gerçekten de, bir süre sonra ilişkilerimiz o kadar iyileşmişti ki, bir gün bunker üstü’nde kömür kırma işinde çalışan dozerimizin arızalanması üzerine, daha ben telefon edip yardım istemeye bile fırsat kalmadan, TKİ Müdürü Edip Bey’in (Akıncı) talimatıyla TKİ’nin dozeri orada çalışmaya başlamıştı bile…

İşte Yusuf yılların birikimi olan o “deve kini” ile baş edebilmek için çeşitli yöntemler deniyordu. Meselâ, her iki taraf da karşı tarafın işlerinin zorluğunu görüp insafa gelsin diyerek zaman zaman Maden’den Santral’a veya Santral’dan Maden’e parti parti elemanları göndererek, iki tarafın elemanları arasındaki soğukluğu gidermek ve Park Holding çatısı altında işbirliği heyecanını artırmaya çalışıyordu. Ama eski alışkanlıkla hâlâ TEK’çilik, TKİ’cilik oynamaya devam edenlerin de gözünün yaşına bakmıyordu.

ÇAYIRHAN OKULU

Ama bence Çayırhan’daki en büyük başarı, ne Maden’e, ne de Santral’a yapılan büyük teknik optimizasyon ve rehabilitasyonlardır. Evet, bunlar büyük verim iyileştirmeleri ve üretim artışları sağlamışlardır. Ancak bunlar kendiliğinden olmamıştır. Eğer en büyük yatırım, yani İNSAN’a yatırım bunlara paralel olarak yapılmasaydı bu başarılar olamayacağı gibi, olan da sadece sınırlı bir şirket kârı olarak gölgede kalabilir ve ileride bahsedilmeye değer hiç bir şey kalmayabilirdi.

90’lı yılların sonlarında, devlet işletmelerinin personel durumunu iyice çoraklaştıran iki önemli politika izlenmişti:

1- İşçilerde, 25 hizmet yılını dolduranların tümünün zorla emekliye sevk edilmesi kararlaştırıldı. (Bunun anlamı, işletmelerde bir sürü işten atılması gereken safralar 25. Yıla kadar beslenmek üzere yatıp dururken, tecrübelerinin doruğunda ve en işe yarayacakları bir zamanda en usta teknisyenlerin kapı önüne konulmasıydı.)

2- Memur statüsünde çalışan mühendisleri erken emekliliğe teşvik etmek için, hemen emekliliği kabul etmeleri halinde ikramiyeleri %30 oranında yükseltildi. (Bu da zaten mühendis eksikliği yaşayan işletmelerin tamamen boşalmasına yol açtı. Belki inanmayacaksınız ama, benim ayrıldığım tarihte Yatağan santralında bir tane dahi elektrik mühendisi kalmamıştı!)

Her ikisi de bir işletme için intihar anlamına gelen bu yanlış politikalar elbette ki Çayırhan için de söz konusuydu. Onun için özelleştirme’den hemen sonra hem maden hem de santral tarafına 40-50 civarında genç mühendisler işe alındı.

Öğrenme heyecanı içindeki bu gençleri tutabilmek imkânsızdı. Bir gece saat 02:00 civarında santrala gelmiştim. Boru patlağının tamiri için kazan bakım ekibi kazanın yüksek kotlarından birinde çalışıyordu. Bir de baktım ki, aslında Su Arıtma Tesisleri’nde çalışan ve mevcut organizasyona göre kazan bakımı ile herhangi bir ilgisi bulunmayan Kimya Mühendisi Berna da orada… Şaşırdım, “Senin ne işin var burada?” diye sordum. Gayet doğal bir şekilde “Merak ettim, ne yaptıklarını görmek için geldim…” dedi. 

cayirhan.jpg

Çayırhan’da sabah toplantısı

Sabah toplantıları inanılmaz derecede ilginç geçiyordu. Genç mühendislerin inisiyatiflerini ve yaratıcılıklarını geliştirmek için elimden geleni yapıyordum. Her şey konuşuluyordu toplantılarda. Edebiyat, şiir, ülkenin ve dünyanın durumu… ve kalan vakitlerde de santraldaki sorunlar! İnanılmaz öneriler geliyordu: Bir gün genç Makine Mühendisi Murat Özcan, yeni önerdiği bir malzeme ile değirmen aşınma plakalarının kullanım süresini %20 uzatabileceğini iddia etmişti. Belli, uçuyordu. Gülmemek için kendimi zor tuttum, ama kalbini kırmamak için sadece: “%2 artırabilirse kendisine madalya takacağımı” söyledim. Mühendislerin olanla yetinmemeleri, ütopik bile olsa hep daha iyisini hayal etmeleri hoşuma giderdi. Onlara okumaları için çeşitli kitaplar önerirdim. Hâlâ Türkiye’de her mühendisin mutlaka okuması gerektiğini düşündüğüm büyük Rus klasiği “Oblomov”u parasını kendi cebimden ödeyerek hepsine hediye ettim. Kaçı okudu bilemiyorum ama bu coşku dolu Çayırhan eğitimi sonucunda ortaya çıkan görüntü hepimizin göğsünü kabartıyor:

Madencilikte, özellikle yeraltı madenciliğinde, Zonguldak Ekolü’nden sonra bir de Çayırhan Ekolü ortaya çıktı, Türkiye’de birçok işletmede olduğu gibi Yurt Dışında dahi birçok madende o dönemde Çayırhan’da bulunmuş Maden Mühendisleri işbaşında bulunuyor.

Santralcılıkta Çatalağzı (Işıkveren), Seyitömer ve Yatağan Ekollerinden sonra bugün enerji sektöründe Çayırhan Ekolü’nün adı geçiyor, birçok santral projesinde, o dönem Çayırhan santralındaki coşkuyu yaşayan gençler yönetici konumunda bulunuyor.

İşte Çayırhan’daki o 2,5 yıllık muhteşem dönüşümün en gurur verici başarısı budur!

Sonra ne mi oldu? Onu da bir başka yazıya bırakalım…

Önceki ve Sonraki Yazılar