Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK - Kurul), 3’ü güneş enerjisine, 2’si rüzgâra dayalı 5 adet depolamalı elektrik üretim tesisi projesinin ön lisansını iptal etti. EPDK’nin bu karara gösterdiği gerekçe ise söz konusu projelerin hayata geçirilmesine yönelik çalışmalarda gerekli ilerlemenin sağlanamayışı.
Aslına bakarsanız, bu alandaki projelere izin verilmesinin (19 Kasım 2022) üzerinden üç yıldan fazla bir zaman geçti. Dolayısıyla, projelerin hayata geçirilmesindeki gecikmeyi görmek için EPDK Kurul üyesi ya da uzmanı olmak gerekmiyor.
Peki, enerji yatırımları açısından olumsuzluk içeren böylesi bir kararı medyaya ve kamuoyuna özellikle ve özenle açıklamak neden? Normalde kişi ve kurumlar negatif haberleri paylaşmaktan asla hoşlanmazlar çünkü. Bu arada, yapılan açıklamalarda, iptal kararlarına gerekçe gösterilen gecikmelerin nedenlerine hiç değinilmemesi de ilginç.
Oysa konu, yerlileşme, yerelleşme ve yenilenebilir kaynaklara odaklanma diye özetleyebileceğimiz Türkiye’nin enerji politikalarının tam omurgasını oluşturan projeleri ilgilendiriyor. O yüzden, şimdilik (eğer tam bir uygulama birliği sağlanacaksa, bu iptallerin arkası da gelecektir) beş yatırımcının elindeki depolama projesi lisanslarının “ilerleyeme sağlayamadılar, biz de lisanslarını iptal ettik” denilerek sonlandırılması, üzerinde durulmayı hak eden bir konu.
Aslında lisans iptaline konu projelerden bazılarında, tesis kurulacak yerin mera ve/veya tarım alanı niteliği taşıdığı gerekçesiyle Tarım ve Orman Bakanlığı’ndan nitelik değişikliği izni alınamaması söz konusuydu. Enerji Günlüğü’nün edindiği bilgilere göre, iptal edilen projelerin sahipleri ya izin için başvuru yenilemek ya da yeni yer bulmak için çaba içindeydi. Bu çabalarını belgeleyerek, EPDK’den süre uzatımı da talep etmişlerdi. Ancak ilgili uzmanların olumlu yöndeki görüşlerine rağmen, dosyalar hakkındaki son kararların iptal yönünde oluştuğu yönünde bilgiler değerlendirmeler var.
Kimileri bu duruma “Şeriatın kestiği parmak acımaz” diye yaklaşabilir ama konu o kadar da basit değil. Evet, bu görüş bir bakıma doğrudur ama hayatın gerçeklerini göz ardı eden bir hukuk ve idare sistemi de duvara toslamaya mahkumdur. Biz yaşadığımız örnekte buna “hayatın akışı” yerine “sistemin akışı”na ters durum diyelim en iyisi. Hukuk ve idare sisteminden de herkes istediğini anlasın artık.
Bu durumda konuyu ta en başından ele almakta fayda var belki. Günün birinde, bir gece yarısı açılan depolama lisansı başvuruları büyük ilgi gördü. Devasa bir talep oluştuğu ballandıra ballandıra anlatıldı. Efendim Türkiye’nin yatırım ortamına güven vardı, geleceğin işi bu idi. Elbette o kadar yüksek ilgiye mazhar olurdu bu iş. Ne de olsa Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığını azaltacak, enerji dönüşümünü de sağlayacak politikaların hayata geçirilmesinde rol sahibi olup aynı zamanda para da kazanmak mümkündü!
Her neyse, başvuru için tercih edilen yol ve yöntem tartışılsa da buna yönelik eleştiriler, “büyük talep”, “dev yatırım hamlesi”, “Türkiye’yi depolama cenneti yapacak projeler” gibi yorumların gölgesinde kalmıştı. Kimler aldı, kimler alamadı, kimler bu yatırımı yapacak, parası ve tecrübesi olan da olmayan da depolama lisansı hakkını elde etmeli mi gibi pek çok soru da cevabı tam verilemeden unutuldu gitti. Belli bir süre sonra onların yerini başka sorular almaya başladı.
Bu projelerden neden ses yok?
Ön lisansını üretim lisansına döndüren yatırımcı niye çıkmadı?
Üretim lisansı aldılar ama neden henüz ortada bir tesis yok?
Üretime geçip şebekeye bağlanacak ilk depolamalı santrali ne zaman göreceğiz?
Bu arada, alınmış depolamalı elektrik üretim lisanslarının el değiştirmesi için neredeyse özel bir pazar oluştuğu konuşulur oldu. Pek çok projenin el değiştirdiğini öğrenmek için, alım-satım yapan tarafların açıklamalarını duymaya da gerek yoktu zaten. Alım satım işlemlerinin sonuçları resmî kayıtlara da yansıdığından, gören gözlerden kaçmıyor proje ticaretine ilişkin hareketler. Bu durum, Kasım 2022’deki ilk başvuru döneminin ardından gelen bazı soruların ne kadar yerinde olduğunu da göstermiş oldu.
Bugün geldiğimiz noktada, 3 yıldan fazla bir zaman önce izni verilmiş yaklaşık 33 bin MW’lik depolama lisansının bugün henüz 29 MWh’lik kısmı hayata geçirilip şebekeye bağlanabilmiş (Bu arada, söz konusu tesisi hayata geçiren yatırımcıyı kutlamak lazım, ki kendileri ilk kez enerji alanında yatırım yapan bir inşaat sektörü şirketi, OZE Grup) durumda. Bu gerçek ortada dururken, depolamalı elektrik üretim tesisi yatırımları için uygulanan izin/onay modelinin sağlığından doğruluğundan şüphe edene hiç kimsenin kızmaya hakkı olmasa gerek.
Tüm bunlara rağmen, yıkıcı olmak yerine yapıcı olmak gerektiğini düşünüyorum. Yaşanan süreçten ders almak bile başlı başına bir kazançtır. Ama öğrenmenin maliyeti ne kadar yüksek ona bakmak lazım. Bu maliyetin olağandan çok yüksek olduğunu düşünen varsa da, bunun rücû edileceği mercileri de aklına getirir ister istemez.
Neyse hukuktan az buçuk anlasak da derdimiz mahkeme kurup hüküm vermek değil. Ama tartışma sağlıklı bir şeydir.
Şimdi yapılması gereken, alınan iptal kararlarından ötürü tedirgin bir şekilde bekleyen depolamalı elektrik üretim projesi lisans sahiplerini belirsizlikten kurtaracak yeni bir geçiş süreci ortaya koymaktır. Ve kapalı kapılar ardında değil, kamuoyu önünde tartışıp gerekçelendirerek bunu yapmak en doğrusu olacaktır. Zira bu yazının başlığı da olan “Depolama projeniz ne kadar risk altında?” sorusunu herkesin birbirine sorduğundan emin olabilirsiniz.
Bu arada, ilk düğmeyi yanlış ilikleyenlerin, sonraki düğmeleri yerine oturtamayanlara ne kadar söz söyleme hakkı olduğunu bir düşünün derim. Yani “ben izni verdim, sen yapamadın, izni iptal ettim” diyerek soruna kalıcı çözüm bulamayız.
Ve tabii sadece “neden olmadığına” değil, biraz da “nasıl olacağına” kafa yorarak hareket etmek şart. O halde, proje sahiplerinden çok, proje süreçlerini kısaltmak için adım atması gereken kamu kurum ve kuruluşlarını ikna etmeye de enerji harcayın biraz.





