1. YAZARLAR

  2. Mehmet ASLAN

  3. TEK’i adam etme yolunda 40 günlük Avrupa seyahati
Mehmet ASLAN

Mehmet ASLAN

Köşe Yazarı
Yazarın Tüm Yazıları >

TEK’i adam etme yolunda 40 günlük Avrupa seyahati

1983 yılında, Yatağan Termik Santrali İşletme Müdürü Vedat Karadeniz ile yaptığım iş görüşmesinden bir süre sonra Ankara’ya TEK Termik Santrallar İşletme Dairesi’ne gittim. Çünkü iş başvuruları Ankara’dan yapılıyordu. Vedat Bey, başvuru yaptığım zaman kendisine de haber vermemi istedi. “Seni başka bir santrala verebilirler” dedi, “Belki ben devreye girip buraya aldırabilirim.”

O zamanlar TEK, Necatibey Caddesi’ndeki bir sürü binaya dağılmış vaziyetteydi. Termik Santrallar İşletme Dairesi 11 Numara’da 4. Kat’taydı. Uzun bir koridorun sonunda, caddeye bakan balkon gibi bir odada Sekreter Nesrin Hanım oturuyordu. Koridorun ucunda solda Başkan Adnan Bey’in odası, sağda ise Başkan Yardımcısı Emin Bey’in (Kireççi) odası bulunmaktaydı.

Önce Nesrin Hanım’a durumumu anlatarak Yatağan’da çalışmak üzere müracaat etmek istediğimi söyledim. Nesrin Hanım çok yakından ilgilendi ve “Tamam, sizi Emin Bey’le görüştüreyim” dedi. Emin Bey de müracaatımı olumlu karşıladı, ancak “Seni Soma’ya göndereceğiz, orada ihtiyacımız var” dedi. Şaşırmıştım. Soma’yı aklıma bile getirmemiştim çünkü.

Emin Bey’e Yatağan’da çalışmak için müracaat ettiğimi tekrar söyledim. Ama o beni dinlemiyordu bile. Hızlı hızlı konuşarak “Yok, yok, seni Soma’ya göndereceğiz, orada ihtiyacımız var” dedi. Kızdım. “Emin Bey, ben işsiz değilim, şu anda iyi bir işte çalışıyorum. Yatağan’ı kabul ederseniz TEK’e müracaat edeceğim, yoksa vazgeçeceğim” dedim. O hâlâ aynı şeyleri tekrar edip duruyordu.

Çıktım, çantamı almak üzere sekreterin odasına girdim. Nesrin Hanım büyük bir merakla “Nasıl oldu, Mehmet Bey?” diye sordu. Durumu anlattım. Bu durumda TEK’e girmekten vaz geçtiğimi söyledim. Nesrin Hanım, anlattıklarıma o kadar üzüldü ki: “Hayır hayır, durun!” dedi. “Ben sizi bir de Adnan Bey’le görüştüreyim.”

Şaşırmıştım. “Ama nasıl olur, Nesrin Hanım” dedim. “Yardımcısının reddettiği birini Başkan’la nasıl görüştürürsünüz? Bunun size bir zararı olmasın…” “Hayır, hiçbir şey olmaz, siz burada biraz bekleyin” deyip Adnan Bey’in odasına girdi. Biraz sonra da geldi ve “Adnan Bey sizi bekliyor, buyrun!” dedi.

Sonradan göre göre alıştığım ilginç bir bakışı vardı Adnan Bey’in. O gün ilk defa görmüştüm kendisini. Odasına girer girmez, gözlüklerinin üzerinden bana doğru dik dik bakarak: “Sen... Yatağan’da mı çalışmak istiyorsun?” diye sordu. “Evet,” dedim. Gözlüklerin üzerinden bir bakış daha fırlattı. “O zaman başvuru kâğıdının üst sağ köşesine ‘Yatağan’ yaz.” dedi. O kadar. Toplantı bitmiştir!

Dışarı çıktım. Hayretler içindeydim. Adnan Bey’in hızı bir yana, esasen sekreter Nesrin Hanım’ın davranışı da inanılmaz gelmişti bana. Kurum için doğru olduğuna inandığı bir şeyin gerçekleşmesi için kendi özel rahat ve huzurunu riske atmakta bir an bile tereddüt etmemişti.

İleriki yıllarda bazen şöyle düşündüğüm olmuştur: Herhalde bizi Bahçeli son durak’taki o heyulâ bina mahvetti. Biz Necatibey’deki parça bölük binalarda çok daha iyiydik… Her açıdan.

***

Adnan Bey’i ikinci kez, Vedat Bey’in ayrılışının ardından ortaya çıkan “fetret devri”nin sonlarına doğru, sanırım 1986 Nisan ayında, Yatağan’da mühendislerle tek tek görüşerek yaptığı toplantı sırasında gördüm. Tek bir soru sordu ve kendisi hiç konuşmadı: Santraldaki problem nedir? Ben de kendisine, işin başında hata yapıldığını ve hatanın Ankara’ya ait olduğunu söyledim. Görevden alındığının açıklanmasından sonra Vedat Bey’in duyuru ile yerine vekalet bırakmasının geçerli olamayacağını, Ankara’dan hemen ve mümkünse asaleten bir kişinin Vedat Bey’in yerine atanması gerektiğini, ama bunun yapılmayarak anarşiye yol açıldığını belirttim. Sesini çıkarmadı, teşekkür etti. Toplantımız yine çok kısa sürmüştü.

40 GÜNLÜK AVRUPA TURU

Adnan Bey’le esas tanışmamız ve yakınlaşmamız, 1986 yılı Temmuz ayında başlayan ve 4 ülkeyi kapsayan (Fransa, İtalya, Avusturya ve Almanya) toplam 40 günlük Avrupa seyahati sırasında oldu.

Bu seyahatin gerekçesi şuydu: İçten veya dıştan, birileri TEK’i tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi gibi “hasta adam” ilân etmişler, Kurum’un hastalıklarını tedavi ettirmek amacıyla da uluslararası bir ihale açılmıştı. Bu ihaleye teklif veren uzman doktor’ların (deneyimli büyük elektrik işletmecisi şirketlerin) hangilerinin bu işi daha iyi kıvırabileceklerini yerinde inceleyip tespit etmek için toplam 16 kişilik kalabalık bir heyet oluşturulmuştu. Heyet her biri 4 kişiden oluşan 4 gruptan oluşuyordu: Termik Santrallar, Hidroelektrik Santrallar, İletim Şebekeleri ve Dağıtım Şebekeleri.

Bizim Termik Santrallar Grubunda, Daire Başkanı Adnan Ünlü, Seyitömer’den İşletme Müdürü Mehmet Beyaz, Yatağan’dan ben ve Adapazarı İmalat Müdürü Atalay Kaya bulunmakta idi. (Adnan Bey’in dediğine göre, Atalay Kaya aslında bizim grupta olmamasına rağmen, onu çok seven Muhittin Babalıoğlu tarafından bizim gruba sokulmuştu. Bu yüzden Adnan Bey biraz öfkeli idi.) Ben ise, sonradan anladığıma göre İngilizce bilmem ve az çok termik santral terminolojisinden anlamam nedeniyle gruba dahil edilmiştim. Biraz da Yatağan’da yeni Müdür olan Hüseyin Gün’e kendini güçlü göstermesi için açılan bir avanstı bu.

FRANSA – EDF Electricite de France

Seyahate Fransa’dan başladık. 6 Temmuz 1986 Pazar günü Paris’e indik. Champs-Elysees Caddesinin hemen arkasında Rue de Ponthieu üzerinde Hotel Beauchamps’ta kalacaktık. Otel ücretlerini misafiri olduğumuz Fransız EDF Şirketi ödeyecekti. Ancak, Fransızlar herkese ayrı oda vermek istemişlerse de, her ne akla hizmet ise Ankara’dan her odada iki kişinin kalması için ısrar edilmiş, Fransızlar da bunu biraz hayretle de olsa kabullenmişlerdi. Bizim gruptaki Atalay Bey kıyameti kopardı, “ben başkasının horultusunu çekemem” deyip kendisine özel oda verilmesini istedi ve tek kişilik odaya geçti. (Bunu anlatmamın nedeni daha sonra anlaşılacaktır.) Biz seyahat boyunca hep Seyitömer Müdürü Mehmet Bey ile ikimiz birlikte kaldık. Gayet iyi de anlaştık.

(Adnan Bey seyahate eşi Özel Hanım’ı da getirmişti. Başta buna hayret etmiştim. 16 kişilik bir erkek grubunun içinde bu hanımın yalnız kalacağını, sıkıntıya gireceğini ve bu yüzden problem olabileceğini düşündüm. Ama bir süre sonra yanıldığımı anladım. Özel Hanım çok modern, güleryüzlü ve sıcakkanlı bir insandı. Diğer taraftan seyahate katılanlardan bir çoğu ile Akköprü Lojmanları’nda komşuluk ettikleri için çok yakından tanışıyordu. Yani aileden biri gibiydi. Zaten o dönemde TEK’in üst yöneticileri arasında böyle bir ilişki vardı. Birbirlerini ailecek tanıyorlardı.)

Hafta içinde sürekli olarak Paris’te veya yakınlarında bulunan EDF’e ait tesislerde çalıştık. Akşamları fırsat buldukça Paris’i tanımaya çalışıyorduk. Champs-Elysees’de, Saint-Michel bulvarında dolaşıyor, bazen Monmartre ve Sacré-Cœur taraflarına uzanıyorduk. Yılın en turistik mevsimi olduğu için her yer insan kaynıyordu. Kafeler, lokantalar ağzına kadar doluydu. Yeniliyor, içiliyor, eğleniliyordu. Paris bizi büyülemişti. Arkadaşlardan biri (sanırım Ataman Kınış) bir ara tutturdu, Fransız rehbere sormam için: Bu kadar çok içki içilen yerde nasıl olur da ortalıkta hiç polis görünmüyordu? Bu soruyu sormaya utanırım, çok istiyorsan kendin sor dedim. Türkiye’de hâlâ yarı-askeri bir yönetim altındaydık. Bu soru yanlış anlaşılabilirdi.

Bir seferinde Mehmet Bey’le dolaşırken yolumuz Pigalle’e düştü. (Moulin Rouge’un filan olduğu yerler.) Beyoğlu’nun arka sokakları gibi yerlerdi. Her yer pavyonlarla, batakhanelerle doluydu. Adamlar neredeyse kolumuzdan çekerek bizi içeri sokmaya çalışıyorlardı. Ödümüz koptu. Hemen oradan uzaklaştık.

Bir akşam da Mehmet Bey, Özel Hanım’a takıldı. “Özel Abla, bu akşam bize müsaade et, biz biraz Adnan Abi’yi gezdireceğiz!” dedi. Ama Özel Hanım hiç de lâfın gerisinde kalacak cinsten değildi: “Ha ha haaay! Güleyim bari! Alın canım sizin olsun!” dedi. “O artık balkondan bakmaktan başka bir işe yaramaz. Zaten biz de artık kardeş gibi olduk!..” Adnan Bey, kaşlarını çattı, kızmış gibi yaparak “Hanım hanııım, kendine gel!” dedi. “Her şey de bu kadar açık edilmez ki canım!”

Bir akşam, EDF’çilerle uzaktan Eiffel’i gören bir lokantada yemek yiyorduk. Karşımda oturan Fransız mühendis “Geceleyin hiç Eiffel’e dikkatle baktınız mı?” diye sordu. “O bir aydınlatma şaheseridir! Her yeri pırıl pırıl görünür, ama ışık kaynağını kesinlikle göremezsiniz.”

Şaşırmıştım. Elektriğin %70’ini koca koca Nükleer Santrallar’da üreten, buna rağmen hiçbir arıza haberi oluşturmayan bir kurumun, Eiffel’in aydınlatması ile övünmesi bana çok garip gelmişti. Ama hâlâ Türkiye’de bütün camilerimizde karşılaştığımız bir aydınlatma rezaletini düşündükçe bu işin önemini anlıyorum.

İlk olarak Süleymaniye’de karşılaşmıştım. Eski devirde herhalde mumlarla, şamdanlarda aydınlatılmış olsa gerek, bütün o mumların her birinin yerine (artık teknik ilerledi ya!) en adisinden ampuller takılmış, bütün bu ampulleri beslemek için de kubbeden aşağıya bir kablo seli dökülüyordu. Başınızı kaldırdığınızda, kablo ormanının arasından o güzelim kubbeyi göremiyordunuz. Oysa gözden ırak çeşitli noktalara yerleştirilecek projektörlerle ne güzel bir aydınlatma yapılabilirdi.

(Yıllar sonra, Kula’da Çarşı Camii’nde bu tür bir aydınlatma ile karşılaştım. O kadar sevindim ki, hemen tebrik etmek için görevli imamı buldum. “Bunu yapan mühendisten Allah razı olsun,” dedim, “Böyle hem daha güzel görünüyor, hem daha ferah!” “Yok, onun için değil!” dedi İmam. “Bizim burada da o kablolu avize sistemi vardı, ama bir Cuma namazı esnasında avize koparak cemaatin üzerine düştü. Epeyce insan yaralandı. O yüzden böyle yaptık…”)

tek-paris-gezisi-1986-jpg.jpg

TEK Heyeti Versailles Sarayı önünde

Ayaktakiler: Süleyman Bulut, Aygen Toparlak, Adnan Sarıkaya, Celal Özkan, Ali Türkcan, Remzi Özen, Doğu Oğuzer, Adnan Ünlü, Niyazi Şahin, Mehmet Aslan, Mehmet Beyaz, Alpaslan Kuytak (Rehber).

Oturanlar: Babür Kuzucu (Çevirmen), Ataman Kınış, Fransız Rehber, Özel Ünlü, Kâmil Soğukpınar, Avni Gündüz, Teoman Çetin.

O zamanlar EDF, tıpkı bizim TEK gibi, elektrik üretim-iletim ve dağıtımını bünyesinde toplayan bir devlet tekeliydi. Zaten TEK, 70’li yılların başında kurulurken, EDF’in yapısı örnek alınmıştı. Ama benim anlayamadığım şey şuydu: Bizimkiler, mevcut kömürlü termik santralları bile doğru dürüst işletemezken, EDF nasıl olup da en karmaşık ve riskli Nükleer Santralları zırıltısız-dırıltısız işletebiliyordu. Bir Fransız mühendis bana, “Eskiden biz de sizin gibiydik” dedi. “Hantal, bürokratik bir yapımız vardı. Ama 60’lı yıllarda, yapısal bir modernizasyon yapıldı. EDF, çok daha verimli bir çalışma statüsüne kavuştu.”

Hafta içinde epeyce sıkı çalıştık. Çalıştığımız ofisler, eski zamandan kalma, ama yeni tekniklerle desteklenmiş, modernize edilmiş güzel binalar içindeydi. Zaten bütün Paris, sanki Napolyon zamanından kalma gibiydi. Binaların hemen hemen tümü aynı standart yükseklikteydi. Sadece şehrin epeyce uzak bir noktasına gökdelenler için müsaade verilmişti, o da pek göze batmıyordu. Yalnız bütün o tarihî dokunun içinde gözüme bir petrokimya tesisi gibi görünen Georges Pompidou Kültür Merkezi, 70’lerin başında yapımına başlanırken de bir çok Paris’linin tepkisini çekmiş. Ama şimdi, mimarlık sanatının ikonlarından biri haline gelmiş ve Paris’in en çok turist çeken noktalarından biri olmuş. Onun önünden satın aldığım reprodüksiyonlar, hâlâ evimin duvarlarını süslüyor.

Hafta sonunda, Fransızlar bize iki alternatif sundular: Ya Loire Nehri boyunca dizilmiş Nükleer Santralları ziyaret edecek, ya da yine Loire Vadisinin çeşitli yerlerinde ortaçağdan kalma şatoları dolaşacaktık. Her heyette olduğu gibi bizim heyetimizde de bulunan ve daha “Nük…” diyemeden susturduğumuz birkaç “densiz”in haricinde oybirliği ile şatoları tercih ettik tabii ki. Muhteşem bir geziydi.

adnan-unlu-tek-1-jpg.jpg

Bir şatonun girişinde: Teoman Çetin, Adnan Ünlü, Aygen Toparlak, Mehmet Aslan

Paris’te son gün EDF bizi birlikte öğle yemeği için en iyi lokantalardan birine davet etti. Yemeğe EDF Başkanı da katılacaktı. Yani, gayet resmi bir davet olduğu baştan belliydi bu yemeğin. EDF Başkanı konuşmasında nükleer santrallara ve yapılan eleştirilere değinerek “Ne olursa olsun, bu nefis biftekleri nükleer santrallar sayesinde yiyebiliyoruz” demişti.

Yemekler gerçekten nefisti. Somon fümeyi ilk orada tatmıştım. Henüz Türkiye’de pek yaygın değildi o zaman. Türk heyeti adına Adnan Bey’in konuşma yapması bekleniyordu, ama o gün, bizim Adnan Bey –büyük bir düşüncesizlikle- gayet spor bir tişört ile gelmişti yemeğe. Bu yüzden biraz utandı. Onun yerine, gayet iyi bir Fransızcası olan Kâmil Soğukpınar konuşma yaptı.

İTALYA – ENEL Ente Nazionale energia ELettrica

13 Temmuz Pazar günü Paris’ten Roma’ya uçtuk. Programa göre İtalyan TEK’i ENEL’in adamları bizi havaalanında karşılayacak ve Roma’da kalacağımız otele götüreceklerdi. Ama havaalanı çıkışında bizi karşılayan hiç kimse göremedik. Uçaktan inen herkes dağıldı, ortalıkta kimse kalmadı, buna rağmen bize yanaşan veya ENEL yazılı pankart kaldıran hiç kimse yoktu ortalıkta. Polise sorduk, bir şey bilmediklerini söylediler.

Türkiye’de iken ENEL Temsilcisi ile telefonla irtibat kuran Teoman Bey’de adamın ev telefonu vardı. Aradı ama telefon cevap vermiyordu. Günlerden Pazar olduğu için adam muhtemelen hafta tatiline çıkmıştı. (O zamanlar cep telefonu diye bir şey yoktu.) Akıl alır şey değil! Havaalanının ortasında 16 kişi kalakalmıştık. Serseri mayın gibi orada burada dolaşmaya başladık. Aradan birkaç saat geçtikten sonra bir arkadaş koşarak geldi. “Buldum” diye bağırdı. Dolaşırken, ön tarafında ENEL yazılı bir otobüs görmüş, şoför arka koltuğa uzanmış uyuyormuş!

Yurt dışına ilk çıkışımdı. Neredeyse bir hafta olmuştu memleketten ayrılalı ve yavaş yavaş özlem bastırmaya başlamıştı. İtalyanların bu Akdenizli laçkalığını görünce “Yaşasın! Memlekete döndük!” diye düşündüm içimden.

Ama Pazartesi sabahı ENEL’de yapılan toplantıda kıyametler koptu. Havaalanında yapılan saygısızlık yetmezmiş gibi toplantıya girerken elimize tutuşturulan dosyaların kapağında “Summer Practice Training Program for TEK Personnel” gibi bir şeyler yazıyordu. TEK Heyeti adına Teoman Bey konuştu. Çok öfkeliydi. “Siz herhalde farkında değilsiniz” diye söze başladı. “Şu gördüğünüz heyet, Türkiye enerji sektörünün en seçme uzmanlarından oluşuyor. Ne stajı? Siz hangi eğitimden bahsediyorsunuz? Hele bir toplantıya geçelim, kim kime ne öğretecekmiş, bir görelim bakalım!” diye bağırdı. ENEL Temsilcisi kızarıp bozardı, ayağa kalkarak: “We are very sorry! This is a typical Italian disorganization…” dedi. (Özür dileriz! Bu tipik bir İtalyan dangalaklığı…) Ama hemen sonra ekledi: “Hiç merak etmeyin, bundan sonra size göstereceğimiz ilgi ve ihtimama şaşıracaksınız. Biz bu işi biliriz! Bu ihaleyi kesinlikle biz kazanacağız!..”

Gerçekten de sonrası iyi geldi. Roma’da, şehrin en mutena semtinde, Via Veneto’da gösterişli bir otelde (Grand Hotel Via Veneto) kalıyorduk. Bir çok tarihi yerler yürüme mesafesindeydi. Artık yemeklerimizi bile şato benzeri yerlerde yiyorduk, nasıl olsa hesaplar İtalyan’lardan!

adnan-unlu-tek-2-jpg.jpg

Roma’da gezintiler

İtalya’da çok değişik yerleri ziyaret ettik. Roma’dan sonra Floransa’ya geçtik. Ancak teknik açıdan bir problemimiz vardı. İtalya’da artık pek fazla kömür santralı kalmamıştı. Hele linyit santralı neredeyse hiç yoktu. Oysa biz kömür santralı, hatta mümkünse Türkiye’dekiler gibi linyit santralı görmek istiyorduk, sorunları ve çözümlerini tartışabilmek için. En sonunda bize göstermek için araya araya Floransa’nın 50 km. kadar güneyinde Santa Barbara’da çok eski bir linyit santralı bulabildiler. Aslında verimsiz olduğu için santralı kapatmak istiyorlardı, ancak o bölgedeki insanlara iş imkânı sağladığı için politik olarak santral ayakta tutuluyordu.

Floransa’dan Pisa’ya, oradan Piacenza ve Milano’ya geçtik. Piacenza’da Telettra firmasını ziyaret ettik. Telettra’da yüksek bir su deposunun asansörle çıkılan tepesinde etrafı 360 derece açıyla görebilen dairesel bir restoran yapmışlardı. Orada bize şarap ikram ettiler. Fakat o yükseklikte aşağıya bakınca şaraba gerek kalmadan zaten insanın başı dönüyordu. Rüzgârın etkisiyle kule sanki hafif hafif sallanıyordu.

adnan-unlu-tek-3-jpg.jpg

Telettra su kulesinde: Atalay Kaya, Mehmet Aslan, Adnan Ünlü, Mehmet Beyaz.

Sonra Po Ovası’nı geçerek Venedik’e geldik. Yolda gördüğüm bir manzara beni epeyce afallatmıştı: Kıymetli mermerlerini elde edebilmek için koskoca bir dağın neredeyse yarısı bir peynir gibi kesilmişti. Şimdi benzer manzaraları Afyon’da da görebiliyoruz.

Venedik’te otelimiz Mestre’de, Via Forte Marghera üzerinde Hotel San Carlo’ydu. Ancak bu kez İtalyanların otel parasını ödemeyecekleri anlaşılıyordu. Zaten otel 2 yıldızlı, sade ve ucuz bir oteldi, biz de pekâlâ günde 100 dolarlık harcırahımızla ödeyebilirdik. Ama, Mehmet Bey’le birlikte resepsiyonda kayıt için sıra beklerken Atalay Kaya yanımıza geldi. Bizimle birlikte aynı odada kalıp kalamayacağını sordu. “Ama odada sadece iki yatak var” dedik. “Eğer söylersek odaya ilave yatak atabilirler belki” dedi. En zoru, resepsiyoniste söylemek de bana düşüyordu tabii. Bunu İtalyan’a anlatıncaya kadar akla karayı seçtim. Adam, odada sadece iki yatak var, üç kişi kalamazsınız deyip duruyordu. Sonunda ısrarımız üzerine ilave uyduruk bir somya atmayı kabul etti. Odaya çıkarken bir baktım, Atalay Kaya hepimizden önce koşarak gitti ve sabit yataklardan birinin üzerine çantasını koydu. Ben ağırdan alarak ikinci yatağı Mehmet Bey’e bıraktım. Sonuç olarak, somya bana kalıyordu. Fena bozuldum. Resepsiyona inip “Tek yataklı oda var mı?” diye sordum. Var, deyince, hemen parasını ödeyip tuttum ve eşyalarımı o odaya taşıdım.

Ertesi sabah, bu ilginç hadiseyi Mehmet Bey’den öğrenmiş olacak ki, Adnan Bey beni kenara çekip ne olduğunu sordu. Durumu anlattım. Bir taraftan da kendisine sormadan böyle bir tepki vermeme bozulacak mı acaba diye tedirgindim. Ama tam tersine: “Aferin, en doğrusunu yapmışsın!” dedi.

 

adnan-unlu-tek-4-jpg.jpg

Venedik Mestre’deki otelimiz

Venedik yakınlarında Fusina’da bir ithal kömür santralı vardı. Gündüzleri oraya gidip akşama kadar santralcılarla tartışıyorduk. Ben hem İtalyanların dediklerini Türkçe’ye, hem de Adnan ve Mehmet Bey’lerin dediklerini İtalyanlar için İngilizce’ye çeviriyordum. Bunu yapanlar bilir, gerçekten zor bir iştir. İnsanda kafa bırakmaz.

Akşamüzeri otele gelince üzerimi çıkarmadan yatağa şöyle bir uzanırdım, bıraksam anında uyuyakalacağım. Ama birden kendime gelerek yataktan fırlar, “Salaklaşma!” derdim kendime. “Venedik’e bir daha ne zaman geleceksin? Böyle fırsat bir daha ele geçer mi? Uyumanın sırası mı?” Hemen yola düzülür, Venedik’e inerdim. Sonradan yapılma incecik bir bağlantı üzerinden demiryolu ve asfalt yol Venedik girişindeki Piazzale Roma’ya çıkıyordu. Oradan itibaren yürüyerek gece yarısına kadar Venedik’in o labirent gibi sokaklarında tur atıyordum. Allahtan yön gösteren sokak tabelaları vardı, onlar olmasa şehirde kaybolup gitmek işten bile değildi. Hayatımda bu kadar ilginç bir şehir görmemiştim. Paris’ten sonra ikinci favori şehrimi de bulmuştum.

Biz orada iken Belediye bir duyuru yayınlayarak günde 200.000 turistten sonra Venedik’e girişin yasaklanacağını bildirdi. Bir gece, yılda bir kez yapılan ve Venedik’in tarihsel bir övüncü olan havai fişek gösterisine katılmak için San Marco Meydanı’na gittik. Lido tarafından atılan rengârenk, çeşit çeşit havai fişeklerin görünümü gerçekten muhteşemdi. Ama geri dönerken o daracık yolda insan trafiği sıkıştı. Ne ileri gidebiliyorduk, ne de geri. Güç belâ Rialto Köprüsü’ne kadar ulaşıp oradan kendimizi bir ‘Vaporetto’ya atabildik de Piazzale Roma’ya gelebildik.

Gece turlarımı ben genellikle yalnız olarak yapıyordum. Ama bazen birlikte yemeklere de çıkıyorduk. Bunlardan birinde, bize ikram ettikleri şarapla ilgili inanılmaz bir şey anlatmışlardı. Bu şarap Venedik yakınlarında küçük bir vadinin üzümlerinden yapılan nadide bir şarapmış. Anlatan kişi, “Ama eskiden tadı daha da iyiydi?” dedi. “Neden?” diye sorduk. Meğerse eskiden o vadiden geçen buharlı trenlerin etrafa yaydığı ince kömür tozları üzümlere ve şaraba değişik, buruk bir tat veriyormuş, şimdi elektrikli trene geçince o tat biraz kaybolmuş. Bu arada, şarap servisiyle ilgili bizim Adnan Bey’in de bir sorunu vardı. Garson geliyor, herkesin bardağına bir yudumluk bir şarap koyuyor, sonra ortadan kayboluyordu. Adnan Bey, kadehindeki şarabı bir dikişte bitiriyor, ondan sonra da bakınıp duruyordu garson gelsin diye. En sonunda dayanamadı, bana patladı: “Yahu Mehmet Bey, söyle şu gâvura, getirsin şişeyi önümüze koysun, ne içtiğimizi bilelim!” dedi.

adnan-unlu-tek-5-jpg.jpg

Venedik’te Rialto Köprüsü’nde

Venedik’te bir akşam, yemek esnasında yanımdaki mühendise “Siz İtalyan’lar…” diyecek oldum, adam öyle bir tepki gösterdi ki şaşırıp kaldım. “Ne İtalyan’ı?” dedi. “Biz Venedik’liyiz. İtalya diye bir şey yokken Venedik Cumhuriyeti vardı. Bütün bunlar o Napolyon’un halt yemesi. Bütün buraları işgal etti, sonra da geri çekilirken İtalyan’lara bıraktı…”

Venedikli mühendis, Napolyon’un Venedik’i nasıl işgal ettiğini de anlattı bana. İlginç bir hikâye. O zamanlar Venedik adasının kara ile bağlantısı yokmuş. Napolyon karadan her yeri işgal etmesine rağmen adaya bir türlü çıkamıyormuş. Çünkü Venedik’in etrafı Lagoon denilen en fazla birkaç metre derinliğinde, altı çamurla kaplı bir su ile çevreleniyordu. Deniz tarafından gelen büyük gemilerin Lagoon’u geçip Venedik’e kadar gelebilmeleri için çamurun içinde gözle görülemeyen ilave bir kanal açılmış. Gemiler ancak bu kanalın güzergahını iyi bilen rehberler yardımıyla Venedik’e kadar girebiliyorlarmış. Yoksa çamura saplanıp kalıyorlarmış. Bu duruma güvenerek Venedik Cumhuriyeti’nin başkanı Napolyon’a bir mektup yazmış, dalga geçmiş: “Ey Büyük Napolyon! Her yeri istilâ ettin, her yeri ele geçirdin! Venedik de senindir, gel de al!” (Yani sıkıysa gel, cinsinden bir lâf!) Fransızlar en sonunda hain bir rehber bulup gemilerle Venedik’e girmişler. Yalnız bir mahallede çok sert bir direniş olmuş, bu yüzden Napolyon o mahallenin yerle bir edilmesini emretmiş. İşte Venedik’te tek boş yer, sonradan park yapılan alan orasıdır (Giardini della Biennale). Geri kalan her yer ya kanal, ya sokak, ya köprü ya da binadır. Bütün bunları o hızlı “Venedik milliyetçisi” mühendis’ten öğrendim. Onun yalancısıyım.

adnan-unlu-tek-6-jpg.jpg

Canale Grande üzerinde akşam olurken…

AVUSTURYA – VERBUND Österreichische Elektrizitätswirtschafts-AG

Viyana’dan bir tek müzik caddesi aklımda kalmış. Çok ilginçti. Trafiğe kapalı olan bu caddenin her iki yanına sıralanmış dünyanın bütün ülkelerinden müzisyenler kendi ülkelerinin müziğini çalıyorlardı. Bir de baktım, birisi bağlama çalıyor. “Hemşerim!” deyip sarılacaktım ki, adam Yunanlı çıktı…

Termik santral görmek için Viyana’dan güneye, Graz’a gittik.

O sıralarda yeni devreye alınan 330 MW gücündeki tek ünitelik Voitsberg 3 santralını büyük bir övünçle anlattılar Avusturyalılar. Dünyada ilk defa olarak bu kadar büyük güçte bir üniteye Baca Gazı Kükürt Arıtma tesisi kurulmuştu. Waagner Biro tarafından kurulmuştu bu FGD tesisi. Ancak kömür rezervi santrala sadece 20 yıl yetiyordu. Peki sonra ne olacak? Devre dışı edeceğiz, dediler. Gerçekten de 2006 yılında santral devre dışı edilip satılığa çıkarıldı. Yıllar sonra bir Türk şirketi (ODAŞ) bu ikinci el santralı alıp Çanakkale Çan’a taşıdı ve yeniden kurarak işletmeye başladı.

Graz’a giderken otobandan gitmiştik. Viyana’ya dönüşte rehberimiz tali yollardan geçerek gitmeyi önerdi. “Avusturya’yı ancak bu şekilde görebilirsiniz, otobandan bir şey görülmez” dedi. Gerçekten de haklıymış. Aman Allahım! Bu kadar güzel bir ülke olabilir mi? Mevsim de müsaitti. Otlar biçiliyor, hasat yapılıyordu. Cennet gibi vadilerden geçtik. Bütün evlerin pencere önlerine dizilmiş rengârenk çiçekler de ayrı bir renk katıyordu etrafa.

31 Temmuz günü bir akşam yemeği esnasında Türkiye’den haber geldi: İkinci kızım Ece, dünyaya gelmişti. Grupta herkes beni kutladı, yeni bebeğin şerefine kadehler kaldırıldı. Bense, hınzırlığım tuttu, yavaşça Adnan Bey’in yanına yanaştım: “Efendim, büyüğümüzsünüz, size danışmam lazım” dedim. “Oğlan bulmak için devam edeyim mi, ne dersiniz?” Oysa onun 3 tane kızı olduğunu biliyordum. “Hayır, hayır, sakın ha!” diye bağırdı. “Böyle şeyler inada gelmez.”

Bir akşam da, Mehmet Bey’le ikimize, “Gelin size barda Courvoisier konyak ısmarlayayım..” dedi. Mehmet Bey o gün biraz keyifsizdi. “Midem ağrıyor..” filan gibi nazlandı. Aksilik bu ya, benim de o gün pek iştahım yoktu, içmek istemedim. Adnan Bey felaket sinirlendi. “Siz kaç senelik devlet memurusunuz?” diye sordu. Sonra da: “Siz daha devlet memurluğunun birinci kuralını öğrenememişsiniz!..” Allah allah, konyak içmekle devlet memurluğu arasında ne alâka var? Neymiş o devlet memurluğunun birinci kuralı? “Amirin dediği yapılır!..” dedi. İster istemez devlet memurluğunun birinci kuralına uyduk ve emirle konyak içtik o akşam…

ALMANYA – STEAG Steinkohlen-Elektrizität AG

Almanya’da Afşin’den bildiğimiz Steag Firmasında inceleme yapacaktık. Daha önce Afşin’de bulunmuş olan yaşlı Herr Otting bize rehberlik ediyordu. Çok ilginç bir adamdı. Masada sigara içerken, kafasını iyice geriye atarak ve yüzünü tam yukarıya çevirerek dumanı havaya üflüyordu. Baştan anlamadım. Sonra, bizim yüzümüze üflememek için yaptığını anladım. O kadar kibardı. Tam bir aristokrattı.

Ama bir gün benim dangalaklığım yüzünden adam kendini kaybetti. Almanlarla Fransızların ezeli rekabet ve düşmanlığını bir an için unutarak: “Bana kalırsa Herr Otting,” dedim. “Paris çok muhteşem bir şehir. Dünyanın kültür başkenti!” Herr Otting önce kızardı, sonra bozardı, sonra da gıcırdayan dişlerinin arasından “Siz bu konuda karar vermeden önce, en iyisi bir de Berlin’i görün!” diyebildi. Gerçi bu seyahatte değil ama, daha sonra, duvarın yıkılmasından sonra 1991’de gördüm Berlin’i. Herr Otting hayatta ise yine üzülecek biliyorum ama fikrim pek değişmedi...

Almanya’da bütün günlerimiz Essen ve civarında (Ruhr bölgesinde) geçti. Çünkü kömür oradaydı ve en büyük termik santrallar orada yoğunlaşmıştı. Bütün bir hafta kömürün, tozun içinde boğuştuktan sonra hafta sonuna doğru Herr Otting: “Ama bu haksızlık!” dedi. “Diğer bütün gruplar Almanya’nın cennet gibi yerlerini dolaşıyor, siz termik santrallar grubu ise burada, cehennem gibi bir yerde takılıp kaldınız.” Bir süre sustu, sonra ekledi: “Ama hiç merak etmeyin, hafta sonu için size hiç unutamayacağınız bir sürpriz hazırladım..”

Almanya’nın kuzeyinde Danimarka sınırına yakın, kıyıya paralel uzanan incecik bir Sylt Adası varmış. Bizi oraya götürecekti. “Hem orada bir çıplaklar kampı da var, gözlerinize inanamayacaksınız!” diyordu Herr Otting. Yedi kişilik küçük bir uçak kiralamıştı. Ama Essen havaalanında uçağı görünce Mehmet Bey tırstı, “Ben buna binmem..” dedi ve geri döndü. Adnan Bey’le ikimiz “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın” hesabı devam ettik. Ama şansımıza o gün hava kapalıydı, hatta adaya iner inmez bir sağanak yağmur başlamasın mı! Tabii ortalıkta çıplaklar filan kalmamıştı. Mecburen sahilde bir lokantaya girip yağmurlu denizi seyrederek yemek yedik. Canımız sıkılmıştı. Dönüşte, aşağıda Kuzey Denizi’ndeki muazzam gel-git etkisiyle kumların üzerine oturmuş bekleyen gemileri seyrederek oyalanırken bizim uçak birden havada yalpalamaya başlamasın mı? Uçakta iki pilot vardı, hemen önümüzde oturuyorlardı. Bu yalpalama üzerine, uçağın kullanma talimatını açtılar, kendi aralarında bizim anlamadığımız Almanca hararetli bir tartışmaya giriştiler. Tabii ödümüz koptu. Ama Allaha şükür, yeniden sağ salim Essen havaalanına inebildik de bu sayede hatıralarımızı size aktarabiliyorum…

 

DÖNÜŞ

Dönüşte detaylı raporumuzu hazırladık. Ama ben, daha baştan bu işin çıkar bir yol olmadığını, TEK’e herhangi bir faydasının olmayacağını düşünüyordum. “Türkiye’nin dört bir yanında, TEK’e bağlı işletmelerde çalışan 30-40 mühendisi Ankara’da bir araya toplayıp tartıştırsalar bundan çok daha faydalı bir sonuç çıkabilir ortaya” diyordum. Nitekim iş olacağına vardı. İhaleyi bir Amerikan firması kazandı. (Yani bizim incelediğimiz firmalar kazanamadı, Amerika’yı incelemeye başka bir ekip gitmişti, demek ki onların dedikleri daha etkili oldu!) Ama epeyce sonra bu firmadan Yatağan’a gelip tavsiyelerde bulunan uzmanların önerileri bize gerçeklerden uzak, ayakları yere basmayan öneriler gibi göründü. Bir çoğu uygulanmadı, uygulananların ise bariz hiçbir faydasını göremedik.

Yine de bu muhteşem seyahatin bir kaç faydası oldu. En başta seyahate katılanların ufku açıldı, yurt dışında neler yapıldığı konusunda kitaplardan kolayca alamayacağımız bilgileri öğrenmiş olduk. Öğrendiklerimizin bazılarını bu yazı içinde anlatmaya çalıştım.

Şahsen ben o sıralar çok ateşli bir tartışma konusu olan devletçilik ve özelleştirme konusunda şöyle bir sonuca varmıştım:

Dolaştığımız dört ülkeden Fransa ve İtalya’da elektrik sektörü tıpkı Türkiye’deki gibi tamamen devlet tekelindeydi. Avusturya’da biraz daha değişik bir durum söz konusu idi: O küçücük ülke 9 eyaletten oluşan federal bir cumhuriyetti. Her eyalet kendine göre bir yol tutturmuştu. Yani Avusturya’da elektrik sektörü devletle özel sektör arasında bir yerdeydi. Almanya’da ise santrallar tamamen özel sektör mülkiyetinde idi. Ama bu dört ülke birbirinden farklı yollar izleseler de, işler tıkır tıkır yürüyordu. Peki o zaman bizde neden yürümüyordu? Demek ki sorunun cevabı başka bir yerdeydi…

Bu seyahatten sonra Adnan Bey’le bir daha görüşemedik. Zaten bir süre sonra, Genel Müdür olan Remzi Yücebaş (nâm-ı diğer Kasap Remzi) döneminde emekli oldu, Kurum’dan ayrıldı. Bir süre sonra önce Adnan Bey’in, sonra da Özel Hanım’ın hakkın rahmetine kavuştuğunu duyduk. Onlardan kalanları dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. İnşallah büyük bir hatamız olmamıştır. Sürç-ü lisan ettiysek de affola...

Önceki ve Sonraki Yazılar